DERSIM MAMIKIYE
GÜZEL, RUHU TEMİZ, GECMİŞİNE VE TARİHİNE BAĞLI BIR DERSİM İCIN.
HERKESE BASARILAR
Tuesday, March 27, 2007
Hans-Lukas Kieser
Dogu Anadolu’da Ulasılmayan Barıs
Hans-Lukas Kieser
Basel'de 11 Kasım 2000, Gökkusagı derneginde, verilen seminer
Dogu Anadolu günümüze dek süren iç huzursuzlugun kökeni 19uncu yüzyıla degin uzanmaktadır. Bu yüzyılda Ermeni ve Kürt sorunu baslamıs, Alevi sorunu da farklı nitelik kazanmıstır.
Tanzimat döneminde Osmanlı devleti çogu Kürt, bazıları da Asuri veya Ermeni olan yerel yönetimlerin yerine Dogu Anadolu'da merkezi sistemi gerçeklestirmeye çalısıyordu, ancak bunu basaramadı. Tanzimat ile, hukuk devleti ve dini esitlik ilan edildi, fakat Tanzimat, dini ve etnik gruplar arasında önceden varolan hierarsik düzenin bozulmasına ve de özellikle tasrada anarsi ve kin olusmasına neden oldu. Bunun çesitli sebepleri vardı. O zamanki (Mekteb-i Mülkiye ögretmeni Andreas Mordtmann'ın deyisle) «‹stanbul effendileri ve pasaları» bölgenin gerçeklerini arastırıp kabul ederek ve varolan sartlara göre bir siyasi sistem olusturmak yerine, Fransa'nın asırı merkeziyetçi idari sistemini ithal ettiler. Hedefleri: Modern ve güçlü bir devlet olmak, ve kendi iktidarlarını korumaktı. Bu hedef o zamanki Batı devletlerin, özellikle ‹ngilterre'nin çıkarlarına uygundu. Çünkü ‹ngilterre için Rusya ile olan rekabetinde jeostratejik açıdan saglam bir Osmanlı ‹mparatorlugu önemli idi. Rusya Müslüman karsıttı ve yayılmacı bir politika izliyordu. Osmanlı ‹mparatorlugu 18inci ve 19uncu yüzyılda Birinci Dünya Savası'na dek Rusya'ya karsı yaptıgı bütün savaslarını kaybetti. (Tek istisna Kırim Savasıdır, çünkü bu savasta Osmanlılar Avrupa'dan çok genis askeri destek gördüler.)
Bu modern tarih çerçevesinde dogu vilayetlerinde saglıklı ve barısçı bir iç gelisme gerçeklestirilemedi. Aksine, 16ncı yüzyıldan beri bölgesel iktidara sahip olmakla birlikte, padisahı da kabul eden Kürt hükümetleri ve beyliklerinin ortadan kaldırılmasıyla, yani 1830'lardan sonra, o bölge büyük sosyal felaketlere sahne oldu: katliam, zulüm, pogrom, jenosid, tehcir ve bitmeyen sıkıyönetim. Ermeni halkı ve kültürü 1915'ten sonra imha edildi. Kürt kültürüne 1923'ten sonra büyük baskı uygulandı. Resmi olarak «Kürdistan seferi» olarak adlandırılan iç savas 1830larda basladı ve ancak yüz sene sonra 1938 Dersim harekât ile sona erdi. Bildigimiz gibi bu sona erme geçici idi. 170 yıldan bu yana devlet bölgedeki egemenligini güç ve siddetle koruyabildi. Fakat ne Tanzimatçı hükümet ne kendisini yeni, modern bir devlet gösteren Cumhuriyet kalkınma, refah ve de huzur getiremedi; aksine, bitmeyen savas ve sıkıyönetim kosulları insanların emeklerini yok etti. Bildginiz gibi bugün bile birçok yerde en zorunlu gereksinmeler dahi karsılanamıyor.
Askeri güçle uzun vadeli huzurun saglanması olanaksızdır. Siyasetin eksikligi, kirli yönetimin izleri ve suçları açıkça kendini göstermektedir. Ama sunu da belirtmek gerekir ki tarih sartlarına göre gerçeklestirilmesi gerekenler hiç de kolay degildi. Modernlesme konusunda daha tecrübeli olan ve ekonomik güce sahip baska bir devlet de bunları basarayamayabilirdi. Avrupa ancak 20nci yüzyılın ikinci yarısında ciddi olarak dini ve etnik çogulculugu demokratik sekilde ögrenmeye basladı. Bu ögrenim son Osmanlı dönemine göre çok daha olumlu sartlarda gerçeklesmektedir. Ve yine de, sizlerin yabancı olarak yakınen bildiginiz gibi, Avrupa bu konularda bütün hedeflerine daha ulasamadı. Örnegin yabancıların siyasi haklara sahip olmaması gibi.
Yüz yıl önce Dogu Anadolu'da yapılması gereken: bölgede saglam bir hukuk devleti olusturmak, din ve etnik gruplar arasında barısı gerçeklestirmek ve bu çerçevede kalkınmaya ve refaha olanak saglamak olurdu. Bugün yerli hıristiyanların yok denecek kadar az olmasına ragmen söz edecegim gibi uzun vadeli benzer bir perspektif çizilebilir: Bu bölgedeki ülkelerin kalkınmalarını tamamlamaları ve çogulcu siyasi liberallesmeyi gerçeklestirmeleri durumunda, bu devletler arasındaki sınırlar açılabilir ve tıpkı Basel-Alsace-Schwarzwald Regio'su örneginde oldugu gibi serbest dolasım hakkı, sınır ötesi ekonomik ve kültürel isbirligi saglanabilir. Kürt sorunu varolan hiç bir sınır degistirilmeden Kürt Regio'su yaratılarak çözülebilir. Ermeniler ile de bu sekilde yine sınırları degistirmeksizin sınır ötesi bölgesi olusturularak barıs saglanabilir ve de Ermenilere geçmiste yasadıkları topraklar üzerine yine yasama sans verilebilir.
19uncu yüzyılda ortaya çıkan Dogu Anadolu'nun ıslahatı yani modernlestirilmesi ve barısa kavusturulması hala gelecegin misyonu dur. Barıs ve refah ancak saglam ve demokratik bir cogulcuk içinde dogar, krizden krize giden yarı otoriter ve mafyanın güclü oldugu bir sistem içinde elbette ki degil. Artık Türkiye'nin Cumhurbaskanı ve ‹çi ‹sleri Bakanı bile yolsuzluk ve kirli yönetimi ülkenin en önemli problemi olarak ifade ediyorlar. Türkiye'yi tanıyan gözlemciler bunu eskiden beri bilmektedirler. Krizleri bahane edip, yapay gündem yaratarak, kendi varlıklarının ve imtiyazlarının sürekligini saglamayı amaçlayan iktidar sahipleri bugüne kadar yabancı komploları, bölücülük, kürtçülük, Alevi sorunu, ‹slamcılıgı hep birer kriz nedeni gösterdiler ve bu sebeplerle vatanın tehlikede oldugunu yineleyip durdular. Oysa 19uncu yüzyıldan beri asıl problem yönetimdir. Diger söz edilen konular önemli olmakla birlikte, bunlar büyük ölçüde yönetimden kaynaklanan problemlerdir.
Çizdigim bu tabloyu simdi yakından üç baslık altında inceleyelim, özellikle de az tanınan son Osmanlı döneminden söz etmek istiyorum.
1) 19uncu yüzyılda Kürt ve Ermeni sorunun dogusu ve gelisimi
2) Genç Türk hareketi ve Ermeni soykırımı
3) Türk milliyetçilerin idealleri ve gerçekler
1) 19uncu yüzyılda Kürt ve Ermeni sorunun dogusu ve gelisimi
Kendi emirliklerin kaldırılmasıyla birlikte Kürtler derin ve bitmeyen bir kimlik krizine sürüklendiler. Kendi eski siyasi mirasları - yani kabul ettikleri bir hükümdarlıgın altında kendi bölgesel otonomileri sürdürebilme hakları - hiçe sayıldı. Daha sonra üniter Cumhuriyet'in kurulusuyla kendi kültürel mirasları da tamamen inkar edildi. Tanzimat'la beraber Sünni Kürt öz güvenini bozan ayrı ciddi bir problem daha çıktı: Gayrı müslimlerle Müslümanlar arasında hukuki ve siyasi esitlik ilan edilmesi Kürtlerin günlük yasamdaki üstünlügünün sorgulanmasına neden oldu. Demek ki Tanzimat'ın getirdigi degisiklikleri Kürtlere çok sey kaybettirdi, fakat hiç bir sey kazandırmadı. Müslüman olmayanların ve Alevilerin durumları farklı idi. Sünnilerin dini imtiyazlarının kaldırılmasını sevinçle karsıladılar: Modern hukuk devletini ve esitligi haklı olarak kendiler için önemli bir soysal düzenleme sayıyorlardı, dolaysıyla reformlar genellikle büyük ümit ile bekliyorlardı. Fakat ne yazık ki: onlar da hayal kırıklıgına ugradılar. Neden? Reformların tatlı yüzü - yani refah, güvenlik ve esitlik - yalnızca bazı büyük kentlerde az çok kendisini gösterebildi. Tasrada ise genel durum daha da agırlastı, çünkü eski düzen yerine, beklenen yeni bir düzen gelmedi. Bundan dolayı karmasa ve güvensizlik iyice artı. Bu durumdan en çok zarar görenler Sünni olmayan azınlık grupları idi. Kendi devletlerinin onları koruyamayacagını anladıklarında, sadece hıristianlar degil, Aleviler ve Yezidiler de artık dısarıdan yardım beklediler. Bölgede bulunan misyonerler aracılıgıyla süper devletlerden destek ve koruma istediler. Böylece uluslararası diplomaside Ermeni sorunu, «la question arménienne», dogdu. 1878 Berlin Antlasmasının 61inci maddesi Dogu Anadolu'daki Ermeniler için bir uluslar arası koruma öngörüyordü. Ancak gerçekte hiç bir zaman uygulanmadı.
Askeri gücü Kürt emirliklerini yok etmeye yettiyse de, Osmanlı devletin sivil gücü ancak yeni düzeni kurmaya yetmedi. Osmanlı ordusunda görev yapan ve Kürdistan seferine katılan Alman subay Helmut Moltke 1838’de Harput'ta iken sunları yazdı: «Bu zafer yanlızca silahlı olanların degil, binlerce savunmasız kadın ve çocugun da yasamına maloldu, binlerce yerlesim yeri yıkıldı ve yılların emegi yok oldu. Eger Kürtlerden alınan özgürlüklerinin yeri iyi bir yönetim ile doldurulamazsa, bu zaferin muhtemelen daha öncekiler gibi geçiçi olacaganı düsünmek üzücüdür.» Ne yazık ki Moltke'nin sözleri 20nci yüzyılda hala geçerliligini korumaktadır.
Tanzimat'tan sonraki padisah Abdülhamid Kürt krizini kararlı bir ‹slam birligi politikasıyla çözmeye çalıstı ve bunu, kısmen de olsa, basardı. Hamidiye alayılarının olusmasıyla olarak birçok Sünni Kürt asiret yine siyasi, hukuki ve ekonomik imtiyazlarını kazandılar. Kürtler dolaysıyla Abdülhamid'e «Kürt babası», «Bâve Kurdan» ünvanı verdiler. Abdülhamid yerel Sünni liderlerle resmen anlasarak dogu vilayetlerindeki hakimiyetlerini sürdürürdü. Tanzimat döneminde bile, ilan ettigi kendi prensiplerine aykırı olmasına ragmen, bu anlasma gayrı resmi olarak yürürlükte idi. Yoksa devlet iktidarını koruyamazdı. Hamidiyeler'den en çok zarar görenler Ermeniler, Yezidiler ve Dersim'in dısında yasıyan Aleviler idi.
Bu dönemde bazı genç Ermeniler tepki göstermeye basladılar. Protestan misyoner okullarında, kendi Ermeni okullarında ya da Avrupa'da batılı liberal egitim gören bu gençler hükümete isyan etmeyi kararlastılar. Önce 1887'de Cenevre'de, daha sonra da Tiflis'te devrimci dernekler kurdular. Bunlar dogu vilayetlerinde liberal ve sosyalist propaganda yapmaya ve, az da olsa, bazı gerilla faaliyetleri sürdümeye basladılar. «Gavurların» bir ‹slam devletini protesto eden bu davranısları yerel beyleri ve padisahı son derece rahatsız etti. Abdülhamid bazı Sünni seyhleriyle varolan iliskilerini kullanıp Müslümanları kendi hakları savunmaya çagırdı, derneklerin bu faaliyetlerini bölücü bir Ermeni isyanı olarak nitelendirerek toplumu Ermenilere karsı kıskırttı. Böylece - belki de tam istemeden - çok genis katliamlara yol açtı. Sonbahar 1895'te birkaç hafta içinde Sünni Kürtler, Türkler ve Çerkesler yaklasık yüzbin Ermeni öldürdü. Katillerin çogu kıskırtılan, bunu kendilerinin varolma mücadelesi olarak algılayan sivil Sünni erkeklerdi. Kurbanların yüzde 99,9 masum, militan siyasete karısmıyan Ermeniler ve de bazı Süryaniler idi.
O dönemde ‹sviçreli (özellikle de Basel'li) bazı doktor ve ögretmenler insani amaçlar ile Ermeni-Kürt bölgelerine, örnegin Sivas, Elazıg, Van ve Urfa'ya gidip hastane, yetimhane, okul ve el sanatlar atölyeleri kurdular. Bu çalısmalarını 1923'e degin sürdürdüler. (Diyebiliriz ki Basel'in o bölge ile iliskisi 105 sene önce basladı.)
1895'te genelde yerel halk devletin destegiyle katliamları yaptıgı için, sosyal bilimler bunları pogrom olarak adlandırmaktadır. Bazı tarihçiler ise bu olayları partial genocide (kısmi soykırım) olarak kabul etmektedirler, ve buna gerekçe olarak da kurban sayısının çok yüksek olmasını ve bölgeler arası organizasyonu göstermekteler. Bu suçu muhalefette bulunan bütün Genç Türkler açıkça kabul etmelerine ragmen, Türk milliyetçileri ise hem 1895 pogromları hem yirmi sene sonraki genel soykırımı 1915'ten sonra inkar ettiler.
2) Genç Türk hareketi ve Ermeni soykırımı
Yüz sene önce Abdülhamid'e karsı olan düsmanlıkları bütün Osmanlı muhalefetini, özellikle de Genç Türkleri, devrimci Ermenileri ve de bazı Kürt aydınlarını birlestirdi. Cenevre'de gurbette bulunan Osmanlılarda bu durumu net sekilde görmekteyiz. Genç Türk hareketi 1908'de iktidara geldiginde, insanlar liberal, çogulcu ve demokratik bir Osmanlı dönemin basladıgına inanmaktaydılar. Fakat bes sene sonra, yani 1913'te, ‹ttihat ve Terakki merkez üyeleri tarafından yürütülen, antiliberal bir parti diktatörlügü kuruldu. Talat'lar, Cemal'lar, Enver'ler, Dr. Nazım, Dr. Çerkez Resid ve digerleri hepsi o zamanki emperyalist Avrupa'nın en kötü ideolojilerini, yani antihümanist sosyaldarwinizmi, materializmi ve ırkçılıgı benimsediler. Milliyetçi positivizm elitlerde dinin yerini aldı; siddet ve zorlama ile kendi uluslarını yükseltmeyi amaçladılar. Baska dini ve etnik gruplarla beraber yasayabilmek yerine, onları boyunduruguna almak, kovmak ya de yok etmek sosyaldarwinizm doktrini dir.
‹ttihatçı rejim 1914 yılı Ocak ayında uluslarası baskılarla Dogu Vilayetleri için önemli bir reform planı imzalamak zorunda kaldı. Tıpkı 1998'de Kosovo için oldugu gibi, fakat daha yumusak sekilde, bu plan uluslar arası kontrol, yerel seçimler ve yerel dillerin tanınmasını öngörmekteydi. Fakat ‹ttihat'çı elit aynı senede Almanya'nın yanında Dünya Savasına büyük bir istekle katıldı ve Ekim 1914’te Rusya'ya saldırmaya basladı. Böylece kendi asıl problemlerini bir kenara bırakıp su hedeflere ulasmak istemekteydi:
Uluslar arası reform planından kurtulup bütün Anadolu'yu merkezi ve üniter bir Türk-Müslüman ulusal devleti kimligine sokmak.
Milli iktisadı kurmak.
Kapitülasyonlardan (yani yabancı imtiyazlarından) kurtulup tam egemen bir devlet olmak.
Bazı panturanist rüyaları gerçeklestirmek.
Enver Pasa'nın ırkçı hayalleri üzerine kurulan Kafkasya seferi 1914’ün son günlerinde korkunç bir basarısızlıkla sonuçlandı. Sarıkamıs’ta hemen hemen bütün ordu, yani büyük bir bölümü Kürt olan 90'000 asker kıs fırtınalarında öldü. Rus ordusu Dogu Anadolu'ya girmeye basladı. ‹ttihatçı diktatörler o zaman kendilerine kolay bir hedef olarak zayıf bir azınlıgı seçtiler: tüm Ermenileri vatan hainligiyle suçlayıp ortadan kaldırmaya karar verdiler.
Yani belirlinen bu savas çerçevesinde Ermeni jenosidi meydana geldi. Elbette ki Ermeniler'in daha önce yasadıkları acı olaylar nedeniyle o dönemde varolan rejime güvenleri kalmamıstı, dogal olarak Rus egemenligi altında bulunan diger Ermenilere sempati duymaktaydılar. Fakat 1890'larda oldugu gibi 1915'te de Ermeni halkın büyük çogunlugunun militan siyasetle hiç ilgisi yoktu. Yine de ‹ttihatçı parti rejimi 1915 Nisanın'dan itibaren sadece savas bölgesinde bulunanları degil, bütün Ermenileri, bölgelere göre sırayla ölüme gönderdi. Jandarmaların, çestili çetelerin, sık sık da yerel Sünni Kürtlerin katılımı ile Ermeni erkekleri, kadın ve çocuklardan ayırıp, hemen katlettirdi, digerlerini ise tehcir sırasında ve sonunda da Suriye'deki çöl toplama kamplarında öldürttü. Elaziz Vilayeti’nde Gölcük gölü kenarında ise imha kampları bulunmakta idi. Çesitili silahlar ile orada en azından onbin kadın ve çocuk öldürüldü, ve de öldürülmeden önce paralarını, altınlarını ve elbiselerini vermek zorunda kaldılar. Yani acımasız sömürü bu degin ileriye gitti. Harput Amerikan konsolosu ve oradaki Amerikan hastanesinin bashekimi tanık oldukları bu olayları detaylı bir rapor halinde anlatarak dünyaya önemli belgeler bıraktılar. Öldürücü tehcir ile ilgili olan diger önemli bir raporu Urfa'daki ‹sviçreli hastanenin müdürü Jakob Künzler yazdı.
Türkiye ve dogu Anadolu bu insanlıga karsı islenen suçlar üzerine bir kez yürekten gelen ideolojisiz bir agıt yaktı mı? Bireysel istisnalar dısında ne yazık ki hayır, agıt yerine sadece inkar, tehdit, kafa tutmayı tercih etmektedir ve böylece jenosid kurbanlarının, kendi ölülerinin ve bütün evlatlarının huzuruna engel olmaktadır.
Bu soykırım konusunu biraz daha yakından inceleyelim: Nazi savas rejimi altındaki Yahudilerin kaderi ile 25 sene önceki ‹ttihat'çı diktatörlük altındaki Ermenilerin kaderi birçok açıdan birbirine benzerler:
Enver Pasa, Rusya'ya karsı'sında agır bir yenilgi almıstı. Hitler de Rusya'ya saldırısında bozguna ugramıstı. ‹lginç olan bu her iki durumda da azınlıklar vatan hainligi ile suçlanmıs yenilgilerin bedeli onlara ödetilmistir. Yani iki örnekte basarısız bir Rusya seferinden sonra sıkı bir iç düsmanlık propagandası genel kırıma yol açtı. Rusya seferinden önce Naziler «Juden raus» politikasını uyguladılar.
‹kinci Dünya Savası sırasında Dogu Avrupalı Yahudiler bir azınlık olarak komünizmi ve komünist Rusya'yı kurtulus olarak görmekteydiler. Aynı sekilde Birinci Dünya Savası sırasında Anadolu bir kısım Ermeniler için de Rusya kurtulus ümidi idi. 1940larda Kızıl orduda ve Almanlara karsı savasan gerillada Yahudiler de vardı, bundan 25 sene önce de Rus ordusunda ve partizan birliklerinde Ermeniler de vardı.
Naziler göre Yahudiler ulusal vücudu hasta eden parasitler idi. ‹ttihat ve Terakki'de, parti ideolojisinde söz sahibi olan çok sayıdaki tıp doktorları benzer görüslere sahipti. Örnegin 1915 Mayısı'nda Diyarbakır'da ilk tehciri uygulayan kisi o dönemin Valisi Dr. Çerkez Resid de bunlardan biriydi.
Naziler ve ‹ttihatçıların megaloman yerlesim ve tehcir planları vardı. Bu planlara göre hedefleri Türklestirilmis, Naziler için Almanlastırılmıs bölgeler yaratmak, farklı etnik gruplar bölge dısına çıkartmaktı. Bu nedenle de Nazi ve ‹ttihatçı resmi açıklamalarda ve belgelerde hiç bir zaman açıkça toplu kıyım konusunu söz konusu edilmiyor, fakat hep göçten, tehcirden ve yeni yerlesimlerden bahsediliyordu. Yahudilerin Dogu'ya ziraat, Ermenilerin de Suriye'ye yerlesmek amacıyla göç ettirildikleri bildirilmekteydi. Gerçekte tehcirin ne oldugunu, nasıl sonuçlandıgını farklı kaynaklardan ögrenmek durumundayız.
Ermeni soykırımın gerçegi ortaya koyan baslıca kaynaklar sunlardır:
Alman müttefiklerin bölgede bulunan subaylarının, konsolosların ve Bagdat demiryollarında çalısan Alman memurların tarafından yazılan belgeler.
Bölgede bulunan diger yabancılar, özellikle Amerikan ve ‹sviçreli doktorların, mühendislerin ve ögretmenlerin raporları.
Hayatta kalan Ermenilerin yazdıkları.
Osmanlı arsivlerinde bugüne kadar yabancı arastımacılara açılan bölüm de gayet önemlidir. Resmi belgelerde direkt delileri, örnegin katliam emirlerini bulmayı düsünmek saflık olur. Fakat çesitli tarihçiler tarafından arastırılan Osmanlı ‹ç ‹sleri Bakanlıgın sifreli telgrafları önemli bir noktayı net olarak ortaya koymaktadırlar: Ermeni tehciri bütün Anadolu'da sistematik sekilde merkezi yönetim tarafından organize edildi. Tehcirin hakikaten soykırım oldugunu zaten bahsettigim diger kaynaklar açıkça göstermektedirler. Yöneticilerin bu gerçegi bilmediklerine inanmak mümkün degildir. Ermenilerle iç içe yasayan Dersim bölgesindeki Aleviler ve de o dönemde Osmanlı yönetiminde olan Filistindeki Yahudi azınlıgı aynı sona ugramaktan korkmaktaydı. Bu da göstermektedir ki soykırımcı tehcirden herkesin haberi var idi.
Dogu Anadolu tarihinde en kara leke 1915 olaylarıdır. Söylemek gerekir ki, bu yılda bazı Ermeniler tehciri kabul etmeyerek Karahisar, Van ve Urfa'da silahlı olarak kendilerini savunmaya çalıstılar. 1918'de - Rus ordusunun Erzurum'dan çekilisi sırasında - Ermeni milisleri zulüm ve intikam cinayetleri gibi agır suçlar islediler. Ancak, bunlara dayanarak hersey sivil savas olarak nitelendirmek, yani iki taraflı bir savas oldugunu ve zayıf olan tarafın kaybettigini ve yok oldugunu iddia etmek, bilimsellikten ve ciddiyetten uzak, saçma bir tezdir. Yahudilerin Varsova isyanı ve Almanlara karsı Rusyayı destekleyen gerilla faaliyetlerini gerekçe göstererek, Yahudi jenosidini bir sivil savasın «dogal» sonuçu olarak açıklamak akıl ve mantıgın kabul etmeyecegi bir seydir.
Ne yazık ki Cumhuriyet kurucuları tarihi sanslarını kullanmayıp yeni bir devlet kurarken, eski devlet yönetimi sırasında meydana gelen olaylar ile gerçekçi ve açık olmadılar. Neden yakın tarih ile ilgili yeni sayfa açmadılar? Niçin dogrulugu tartısmalı konuları aydınlatmayı tercih etmediler? Bunun yanıtı oldukça basit: Genç Cumhuriyet elitinin çogunun ‹ttihat'çı bir geçmisi vardı. Hepsi Türk milliyetçi olan bu insanlar, bazıları savas rejimin yaptıklarına direkt katıldılar, digerleri de, o kusakla dayanısma içinde bulunmaktaydı. Bir çogu o siddetli degismelerden önemli maddi veya siyasi faydalar sagladılar. Milli iktisadın kurulması amacıyla, ekonomide söz sahibi ve gücü olan Rumlar ve Ermeniler ortadan kaldırıldı. Ermenilerin imhası sayesinde zenginlesen mal ve mülk sahibi olanların sayısı büyüktü.
O dönemdeki bazı asırı Türk milliyetçileri savas ve soykırım suçlarını inkar etmekle yetinmeyip birde, bu olaylarla övünerek iç düsman olarak gördükleri diger grupları da sindirmeyi amaçlıyorlardı. Örnegin Koçgiri ayaklanma sırasında Kürt Alevilerine ve 1923'ten sonra assimile olmayan Kürtlere yaptıkları gibi. O zamanki Dıs ‹sleri Bakanı Tevfik Rüstü ve Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'tun bazı soysaldarwinist ve ırkçı açıklamaları asırı Nazi söylemleri ile örtüsmekte idi.
3) Türk milliyetçilerin idealleri ve gerçekler
Türk milliyetçilerin bir bölümü ‹sviçre'de egitimlerini yapmıs ve de, ‹sviçre’yi idealize edip onu model olarak görmüslerdir. Bir ‹sviçreli tarihçi olarak bu benim için ilginçtir. fiimdi Türk elitlerin söylediklerini ve yaptıklarını kendi ifade ettikleri degerler ve kavramlara göre inceleyelim. ‹deal ve realite arasındaki çeliski büyüktü. Kendi hareketlerini «halkçı» olarak nitelendirmelerine ragmen, elit ve halk arasında bir uçurum vardı. Yani toptan bütün ideallerini kendilerine yabancı olan sosyal bir gerçek içinde yasama geçirmeye çalısıyorlardı. ‹sviçre sistemini ve tarihi gelismelerini tam anlayamadan, onu idealize etmislerdi. Positivist düsünceyle, ‹sviçre'nin ve diger Avrupa devletlerinin modern ve prestij saglayan yanlarını görebildiler ve bunları algılayabildikleri kadarıyla taklit etmeye çalıstılar. Milliyetçi idealistlerin büyük bir bölümü iyi niyetli idi. Amaçları Türkiye'yi modern ve üniter bir devlet olarak görmekti. Ancak parlak hedeflere kısa yoldan ulasabilecegine inandılar. (Aynı hatayı o dönemdeki Bolsewikler de yapmaktaydı.)
Egitimini ve doktorasını ‹sviçre'de yapan Mahmut Esat Bozkurt, Eugen Huber'in ünlü ‹sviçre medeni hukuk yasasını oldugu gibi aynen Türk hukuk sistemine aktarmıstır. Kısa yoldan, insanları inandırmadan, onları kazanmadan, zor ve siddet ile, köklü reformların gerçeklesmesi mümkün degildir: bu acı gerçek özellikle Dogu Anadolu için geçerlidir. 1937 Dersim harekâtı esnasında devletin sloganı, bu bölgede bir ‹sviçre yaratmak, Dersim'e medeniyet getirmek idi. Oysa uygulumada ise medeniyet degil, siddet ve yıkım vardı, çünkü hedeflerin saglam temeli, yani bölgenin tarihi ve kültürel gerçekleri entegre eden demokratik bir çerçeve hiç yoktu. Yöneticiler ilan ettikleri hedeflerinin çok uzagında kaldılar.
‹sviçre tarihini ve buna göre olusturulan siyasi sistemini benimsemis olsalardı, o vakit Dogu Anadolu'da da modern, çogulcu bir hukuk devleti düzeni kurmak için bu sistemin temelini olusturan bazı ilkelerin ne denli önemli oldugunu her halde kabul ederlerdi. Bu anlamda bilinmesi gerekir ki:
Devleti olusturan etnik grupların tarihi ve kültürel mirasları yok edilemez, uygun sekilde entegre edilir. Örnek vermek gerekirse, insanların anadilleri, kültürleri ve de Kürtlerin asırlarça süren özerklik tecrübeleri inkar edilemez.
Entegre etmek kazanmak demektir, assimile etmek degildir. Etkili ve verimli çalısan yerel yönetimler, Kürt, Ermeni ve Süryani akademik ve bilimsel kurumlar, anadilde egitim, Kürtçe televizyon yayını gibi uygulamalar güçlü, güvenilir modern bir devletin göstergesi olur. Ülkenin iç sorunlarını sadece siddet kullanarak bastıran bir devlet zayıfdır, yani bu demektir ki devlet kendi insanlarına güven veremiyor, ikna edemiyor, inandıramıyor ve de siddetsiz çözümler üretemiyor.
Türk siyasi gelisimi için ciddi bir engel de kendi jeostratejik önemidir. Kendi dengeleriyle ayakta duramayan bir sistem ve silahlı güçleri, Batı'nın milliyarlarça dolarlık destegiyle, kendi seyri için de normal denebilecek iç gelismelere ve silahsız demokratik mücadelere karsı durmaktadır. Tabi ki hepimizin dilegi ve beklentisi odur ki Batı ve özellikle Avrupa Birligi'nin Türkiye ile iliskilerinde ölçünün sadece stratejik ve ekonomik çıkarları degil, siyasi, sosyal ve hukuki dogrular ve hedefler olmasıdır. Bu haftadaki Avrupa Birligi Katılım Ortaklıgı Belgesi Kürt sorununu ayrıca açıklamamasına ragmen yine de asıl problemleri net sekilde göstermektedir.
Sonuç olarak kısaca sunu söyleyebiliriz: Kendi tarihi ile barısmak, yani ideoloji yapmadan serinkanlılıkla gerçekleri kabul etmek, böylece gelecek üzerinde gölge olmasına izin vermemek, Türkiye'nin iç barısı için son derece önemli dir. Tarihi gerçekler, söyledigimiz gibi: Kürtlerin kültürel ve siyasi miraslarının hiçe sayılması, Ermeni soykırımı, Türk milliyetçiligin dinin yerini alması ve de uzlasma kültürünün eksikligi dir. Türkiye gerçeklerini kabullenip bugünkü problemlerin çözümünü basarmak için, öncellikle kendi demokratik güçlerine güvenmek, sivil toplumu güçlendirmek, iç dinamiklerini harekete geçirmek ve de dısardan, yani Avrupa'dan gelen öneri ve elestirileri tartısmaya açık olmak zorundadır. Bence köklü adımlar atabilmek ve yasama geçirebilmek için Türk siyasi yasamında tam bir kusak degisikligi ile mümkün olacaktır. Avrupa'daki farklı siyasi kültürleri tanıyan Kürt ve Türk diasporası bu uzun vadeli demokratiklesme ve barıs sürecisinde gayet önemli bir rol oynamalıdır. ‹nanıyorum ki milliyetçi komplekslerinden kurtulmus bir kusak ancak gelecege yönelik uzun vadeli ve kararlı politikalar sürdürebilir.
© 1998-2000
webmaster@hist.netNov. 2000
“Tanıkların Dilinden Ermeni Soykırımı”
İsmail Beşikçi
“Tanıkların Dilinden Ermeni Soykırımı” Donald E. Miller ve Lorna Touryan Miller tarafından hazırlanmış bir kitap. (Çev. Ajda Pelda, Peri Yayınları, Mayıs 2006) Araştırmacılar, tehciri/sürgünleri yaşamış, doğum tarihleri, 1880 ile 1912 arasında değişen 103 kişi ile etraflı görüşmeler yapmışlar. 1880-1906/7 doğumlular, 1915 de ve sonrasında yaşanan tehciri/sürgünleri etraflıca hatırlıyorlar, anlatıyorlar. Daha sonra doğmuş olanlar, anasız, babasız, akrabasız nasıl büyüdüklerini, yetimhanelerde nasıl yaşadıklarını dile getiriyorlar. Bu kişilerin doğum yerleri arasında, Harput’tan Çanakkale’ye, Çemişgezek’ten Balıkesir’e, Sivas’tan İstanbul’a, Bitlis’ten Konya’ya, birçok yerler var. (s. 270)
Vahram Sarkis Touryan 1907 Kığı (Bingöl) doğumludur. (s.21) 1915’de 8 yaşındadır. Ailenin, hali-vakti yerindedir. Baba ticaretle uğraşmaktadır. Vahram Sarkis’in babası, 1915 baharında ticari yolculuk yaparken güvenlik birimleri tarafından tutuklanır. Bir daha da kendisini kimse göremez. Kısa bir süre sonra, aile onun, benzer işleri yapan diğer erkeklerle birlikte öldürüldüğünü duyar. Bu tehcirin/sürgünlerin başladığı bir dönemdir. Tehcir/sürgünler, bu olaylardan kısa bir süre sonra başlamıştır. Kocası öldürülen genç kadın üç çocuğuyla birlikte sürgün yolundadır. Sürgünün ilk günlerinde, ailenin beraberlerinde taşıdığı bazı eşyalara, kafileye nezaret eden jandarmalar ve jandarmalarla işbirliği içinde olan “yerel halk”/Kürtler tarafından el konur. Kadın eşyalarının arasında, sürgün sırasında, ihtiyaçlarını karşılamak için para gizlemektedir. Jandarmalar ve “yerel halk”/Kürtler, bunu bilmektedir. Bu eşyalar kadının elinden zorla alınmak istenir. Kadın vermez. Mücadele sırasında kadın dövülerek öldürülür. Tüm eşyalarına el konur. Çocuklar aile ilgisinden tamamen yoksun kalmışlardır. Açlık, susuzluk, hastalık daha ilk günlerde önemli sorunlar olarak belirir. Sürgün edilen kafilenin yollarda, su içmesine, yiyecek ve su almalarına izin verilmez. Kafilenin eşya varlığı da, “yerel halk”ın baskınları, jandarmanın baskınlara göz yummasıyla, yolun sürüp gitmesiyle gittikçe azalır. Sürgün kafilesinin şehirlere ve köylere uğramamasına özen gösterilir. Kafile, dağ yollarından vadilerden götürülür. Böylece sürgünlerden çevrenin haberdar olmaması sağlanır. Sürgün kafilesinden kadınlar ve çocuklar kaçırılır. Bu arada sürgüne nezaret eden jandarmalardan biri, Vahram’ın, Sirun isimli kızkardeşine, göz koyar. Onu evlerine götürmek istediğini, ailesiyle tanıştırmak, onunla evlenmek istediğini söyler. Vahram’ın ablası Sirun kardeşlerine de göz-kulak olması koşuluyla bunu kabul eder. Jandarma İbo, Sirun’u ve Vahram’ı evlerine götürür, ailesiyle tanıştırır. Öbür kardeş kafileyle birlikte gider. 8 yaşındaki Vahram, Türk ve Müslüman aileye kolayca intibak eder. Aile, Vahram’ı evin hizmetçisi olarak kabul eder. Güvenlik birimleri de buna izin verir. Vahram’dan, Müslüman olması, kendi dinini kötülemesi, Türkçe öğrenmesi, Kur’an okuması istenir. Öyle olur. Vahram giderek Ermenice’yi unutur. Sirun ise koşullara intibak edemez. Ailesine yapılan haksızlıklar, zulüm, babasının öldürülmesi, annesinin gözleri önünde öldürülmesi hiç aklından çıkmaz. Ermeni değerlerini korumaktadır, Ermeni olarak yaşamaktan vazgeçmez. Bir Ermeni kadının yardımıyla Türk ve Müslüman ailenin yanından kaçar. Kaçarken Vahram’ı da götürür. Vahram’ın kaçmak istememesine, direnmesine rağmen, Vahram’ın orada kalmasına gönlü razı olmaz. Ermeni kadın Sirun’u ve kardeşi Vahram’ı bir Ermeni yetimhanesine yerleştirmeye çalışır. Yetimhanenin koşulları çok olumsuzdur. Yatak-yorgan gibi ihtiyaç maddeleri yoktur. Yiyecek kıttır. Ermeni yetimlerinin sayısı fazladır. Yetimhaneye, Avrupa’daki ve Amerika’daki bazı kiliselerden maddi yardımlar gelmektedir. Vahram yetimhanede dinine tekrar döner. İncil’i okumaya başlar. Ermenice konuşmaya başlar. Bu arada eğitime de başlar.
Vahram, 1907’de, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kığı’da de doğmuştur. 1915’deki Ermeni tehcirini bir çocuk olarak yaşamıştır. Tehcir’den önce babasının nasıl tutuklandığını, öldürüldüğünü, tehcir sırasında annesinin nasıl öldürüldüğünü bilmektedir. Tehcir sırasında, bir bebeğin annesinin bağrından koparılıp alınırken taşlara çarpılarak öldürülürken gözlemlemiştir. Genç bir kızın annesinin bağrından koparılıp kaçırıldığını gözlemlemiştir. (s.24) Hayatta kalan diğerleri gibi, açlıktan, soğuktan, vahşetten, hastalıktan, fiziki saldırıdan kaynaklanan yüzlerce ölüme şahit olmuştur. Dizanteri hastalığına yakalandığı için, öldürülen genç bir Ermeni kızının çığlıklarını hiç unutmadı. O çığlıklar, beynine, yüreğine kazınmıştı. Bu Ermeni kızı, evden biraz uzağa götürülüp kafasına odunla vurularak öldürülmüştü.
1922’de, Türk hükümetinin de baskısıyla, Ermeni yetimhanesi Türkiye’den çıkarıldı, Suriye’ye nakledildi. Vahram ve Sirun’da Suriye’ye nakledildiler. Vahram, Suriye’den Yunanistan’a, oradan da Korfu’ya (Yunanistan, Adriyatik kıyıları) götürülür. Sirun ise, Beyrut’ta bir yetimhane’de çalışmaktadır. Vahram 1925’de Korfu’dan Beyrut’a döner. Yetimhanede çalışan Sirun ağır bir soğuk algınlığı geçirir. Bu hastalık sonunda yaşamını yitirir. Vahram tamamen kimsesiz kalmıştır. Artık 17 yaşındadır. Beyrut’tan Filistin’e geçer. Filistin’de ufak-tefek işlerde çalışarak yaşama tutunmaya gayret eder. Filistin’e taşınırken evlenmiştir. 1948’de, Arap-İsrail savaşı nedeniyle, Filistin’den ayrılıp Beyrut’a döner. Çocukları için daha iyi yaşam koşulları ararken, ABD’ye, Kaliforniya’ya, Pasadena’ya göçer.
Vahram Sarkis Touryan, bu kitabın yazarlarından Lorna Touryan Miller’in babasıdır. Lorna Touryan Miller, babasının anılarının bilincine 1970’lerin sonlarında varmaya başlar. O zaman Vahram Sarkis altmışlı yaşlarını yaşamaktadır. 1978’de soykırımdan sağ kalan Ermenilerle planlı görüşmeler yapmaya başlar. Vahram Sarkisle de bu çerçevede görüşmeler yapar. Vahram Sarkis, 1989’da, 82 yaşında ölür. (s.31) Kızı, Lorna Touryan Miller ölümüne kadar babasıyla birçok görüşme yapmıştır. Bu görüşmelerden aldığı izlenimlerle, soykırımdan sağ kalan diğer Ermenilerle de görüşmeler yapar. Diğer Ermenileri de, sık sık telefon görüşmeleri yaparak, ve görüşme yaptığı Ermenilerin de yardımını alarak, arar bulur. Bu şekilde, çeşitli ülkelerde, çeşitli şehirlerde yaşayan Ermenilerle de görüşmeler yapar. Bunlar sözlü tarih çalışmalarıdır. Bu planlı görüşmelerde, kocası Donald E. Miller’in de yardımlarını alır. Zaten sözünü etmeye çalıştığımız bu kitap bu iki araştırmacı yazarın hazırladığı bir kitaptır. Bu şekilde 103 civarında görüşmeler yaparlar. Sağ kalanlardan 62 kişi kadın, 41 kişi erkektir.
Kitap, Vahram Sarkis Touryan’ın kendi anılarıyla tanıtımından sonra soykırım dökümanlarını analiz ediyor. Sağ kalanların anlatımlarının doğru olup olmadığı, ne oranda doğru olduğu, 1915-1916 yıllarında derlenen belgelerle karşılaştırılarak elde ediliyor. Yabancı hükümetlerden büyükelçilerin, konsolosların misyonerlerin sosyal yardım çalışanlarının, diğer gözlemcilerin ilk elden hazırlamış oldukları belgeler tüyler ürpertici bir bütünlüğü ortaya koymaktadır, gözler önüne sermektedir. Bu belgelerde dile getirilenlerle sağ kalanların anlatımları karşılaştırılarak anlatımların büyük oranda doğru olduğu kanısına varılıyor. Bu belgeler koleksiyonundan biri, ABD, Rapor Bölümü Dosyalarıdır. (s.32) “Türkiye’nin İç İşleri 1910-1929” başlıklı raporlar, “Irk sorunu” başlıklı raporlar, dikkate değer raporlardır. Dönemin ABD İstanbul Büyükelçisi, Henry Morgenthau’nun raporları yine önemlidir. 1918’de yayımlanan bu kitabın adı, “Büyükelçi Morgenthau’nun hikayeleridir. Bu kitabın Türkçesi, 2006 Belge Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Suriye Konsolosu J.B. Jackson’un, Harput Konsolosu Leslie Davis’in, Trabzon Konsolosu Oscar S. Heizer’in, Mersin Konsolosu Edward Nathan’ın, Büyükelçi Morgenthau’ya ulaştırdığı raporlar, tehcirin/sürgünlerin, soykırımın nasıl cereyan ettiğine dair günü gününe haberler içermektedir.
Sağ kalanların anılarını doğrulayan diğer bir rapor grubu da Bryce ve Toynbee tarafından hazırlanan, İngiliz parlamentosu’na sunulan raporlardır. Bunlara Mavi Kitap denilmektedir Mavi Kitap, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere yönelik Muameleler” alt başlığıyla 1916’da yayımlanmıştır. Bu kitabın Türkçesi, 2006 yılında, 2 cilt olarak Pencere Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Arnould Toynbee’nin 1915’de yayımladığı, “Ermenilere Karşı Geliştirilen Tüyler Ürpertici Gaddarlıklar, Bir Irkın Öldürülmesi” kitabı, yine bu kategoride yar alması gereken bir kitaptır. Bu çerçevede değerlendirilebilecek üçüncü bir rapor grubu da, Alman Doğu Misyonu Lideri Avukat Dr. Johannes Lepsius tarafından hazırlanan raporlardır. Dr. Johannes Lepsius’un bu konduda üç yayını vardır. Üçü de 1914-1918 yılları arasında, Almanya’nın, Adana, Halep, Erzurum konsoloslarının Alman Büyükelçiliğine verdiği raporlardır. Halep’deki Alman öğretmenlerinden, Dr. Martin Niepage’nin Halep Dehşeti isimli çalışması yine değerlidir. Olaylara ilk elden giriş yapmış, Türk yandaşı başka Almanlar da vardır. Örneğin, Meskene ve Halep’de sürgün edilmiş Ermenilerin, fotoğrafını çeken ve gözlemlerini yayımlayan, Osmanlı sağlık misyonu ekibinde çalışan Dr. Armin Wagner de bunlar arasındadır.
The Newyork Times gazetesi, 1915 Aralık ayına kadar, soykırımla ilgili olarak yüzden fazla yazı yayımladı. Bu yazıların bazılarının başlıkları şöyle:
“Türkler Ermenistan şehirlerini boşalttı.” Gezginler, Büyük Ülke Hristiyanlarının evlerinden çıkarıldığını yazıyor” “600.000 aç kişi yollarda” (27 Ağustos 1915)
“1.500.000 kişi aç” “Kurtarma Komitesi, Türk kararlarının kurbanları için yardım bekliyor.” (5 Eylül 1915)
“Misyon yönetimi Türk dehşetini anlattı. Muhabirler, Ermenilerin ortadan kaldırılmasına dair hikayeleri onayladı.” (7 Eylül 1915)
Benzer haberler, İngiltere, Avusturya ve başka ülkelerini gazetelerinde de yayımlandı.
Yine soykırıma ilişkin olarak, 1915’de ve hemen sonrasında yayımlanan bazı kitaplar şunlar:
Andonian, Aram, ed. “Naim Bey’in Anıları,” Londra, Hodger&Stoughton, 1920
Gibbons, Herbert Adams, “Modern Tarihteki En Karanlık Sayfa, 1915’de Ermenistan’daki Olaylar: Gerçekler ve Sorumluluklar, “Newyork, G.P. Putman’ın oğulları, 1916
Niepage Martin, “Alman Görgü Tanıklarınca Görünen Halep Vahşeti,” Londra, T.Fisher Unwin,1917
Nogolas, Rafael,”Hilalın Altında Dört Sene”, Newyork, Charles Scribner Oğulları, 1926
Ussher Clarence D. Ve Grace H. Knapp “Türkiye’deki Amerikalı Hekimler, Savaşta ve Barışta Macere Hikayeleri,”Boston, Houghton, Mifflin, 1917
Werfel Franz, “ Musa Dağı’nda Kırk Gün,” Newyork, Viking Basımevi, 1934, (Türkçesi, Belge Yayınları 1996
Kitabın ikinci bölümü, tarihsel ve politik açıdan soykırımı incelemektedir. Soykırımın nedenleri üzerinde görüşler ileri sürülmektedir.
Üçüncü bölümde, sürgünden önceki yaşam dile getirilmektedir. Yerleşme düzeni, barınakların yapılması, giyim-kuşamın nasıl temin edildiği vs. incelenmektedir. Köy hayatı, şehir hayatı, ticari hayat, iş-güç biçimleri, yiyeceklerin hazırlanması, korunması, komşuluk ilişkileri vs. anlatılmaktadır.
Kitabın dördüncü bölümü sürgün yürüyüşlerini konu etmektedir. Tehcire tabi tutulanların, sürgün edilenlerin çoğu kadınlar, çocuklar ve yaşlılardır. Sürgün edilenlerin tamamını bu kategori içinde değerlendirmek mümkündür. Erkeklerin bir kısmı tehcir başlamadan önce gözaltına alınmış, tutuklanmış, cezaevine konulmuştur. Gözaltına alınanların bir kısmı bu süreçte şu veya bu şekilde öldürülmüştür. Eli silah tutan erkeklerin çoğu yine bu süreçte askere alınmıştır. Askerlikte kendilerine silah verilmemiş, geri hizmetlerde, yol yapımında, taş ocaklarında, yük taşınmasında kullanılmıştır. Tehcirden önce gerçekleştirilen diğer bir operasyon da, silah toplanmasıdır. Ermenilerin evlerinden silah toplatılmış, bunlar, daha sonra “devlete suikast” düzenlemenin gerekçesi olarak kullanılmıştır. Erkekler, çeşitli biçimlerde, çeşitli bahanelerle yok edildikten sonra sürgüne gönderilenler kadınlar, çocuklar, yaşlılar olmuşlardır. Sadece Rus savaş cephesindeki Ermeniler değil, İç Anadolu’daki, Akdeniz’deki, Ege Bölgesi’ndeki Karadeniz Bölgesi’ndeki Ermeniler de sürgün edilmişlerdir.
Beşinci bölümde, sürgün yürüyüşleri sırasında kadınların ve çocukların deneyimleri anlatılmaktadır.
Altıncı bölümde yetimhane yaşantısı zengin olgulara dayanılarak dile getirilmektedir. Yıllar sonra gerçekleşen aile birleşmeleri hakkında örnekler verilmektedir. Soykırımdan sağ kurtulan, çeşitli memleketlere dağılan aile bireyleri zamanla birbirlerine kavuşabilmişlerdir.
Kitabın yedinci bölümü, “Göç ve Yeniden Yerleşme” başlığını taşımaktadır. Hayatta kalanların soykırıma tepkileri sekizinci bölümde, soykırım üzerine ahlaki düşünceler dokuzuncu bölümde yer almaktadır.
Ermeni soykırımı, 20. yüzyılın ilk büyük soykırımıdır. Tehciri, sürgünleri yaşayanlar, yaşadıklarını ayrıntılarıyla anlatıyorlar. Araştırmacı yazarlar, Donald E. Miller ve Lorna Touryan Miller, soykırımın yaşandığı dönemde, çeşitli büyükelçiliklerin, konsoloslukların, insani yardım örgütlerinin, sosyal çalışma uzmanlarının hazırladığı ve hemen o dönemde yayımlanmış raporlarla bu anlatımları karşılaştırıyorlar. Anlatımların ve raporların birbirlerini doğruladığı kanısına varıyorlar.
Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, tehcir sırasında çok ağır acılar yaşıyorlar. Bu acıları, fiziksel acılar, duygusal acılar, ahlaki acılar şeklinde üç grupta ele almak mümkündür. Açlık, susuzluk, hastalık, dağların zirvesinde, kırların ortasında açıkta kalma, fiziki saldırıya uğrama, işkence görme, yorgunluk, soğuk, sıcak, fiziki olarak yaşanan acılardır. Keder, korku, üzgünlük, güvensizlik, saygı görmeme, duygusal acılardır. Saldırıya uğrama korkusu, açlık korkusu, susuzluk korkusu, soğuk korkusu, insanlıktan çıkma korkusu hiç bitmeyen acılardır. Ahlaki acılar da yaşanmaktadır. Kadınların sürgün yolunda çocuklarını terk etmek zorunda kalmaları, ölen kişileri toprağa görememeleri, ölülerini arkalarında bırakıp gitmeleri, intihar olayları, intihar etmek duygusuna kapılmaları, dinlerinin, inançlarının zorla değiştirilmesi, çocukların yetimhaneye gitmeleri için terk edilmesi… sürekli olarak yaşanan ahlaki acılardır. Bu acılar yoğun bir utanma duygusuyla birlikte yaşanmaktadır. Yoğun bir şekilde yaşanan ölümlere karşı, kendilerinin hayatta kalmasının yarattığı suçluluk yine, derin bir ahlaki acının, duygusal acının yaşanmasına neden olmaktadır. Ermenilerin çeşitli vesilelerle nasıl utandırılıp küçük düşürülmeye çalışılması yine, böyle korkular, endişeler acılar yaratmaktadır. Tehciri, sürgünü yaşayanlar, çeşitli vesilelerle bu acılarını dile getirmektedirler.
“Tanıkların Dilinden Ermeni Soykırımı” kitabının dikkate değer bir özelliği, tehciri/sürgünü yaşayanların duygularını deşelemeye çalışmasıdır. “Nefret ve öfke”, “kaçınma ve bastırma”, yoğun olarak yaşanan duygulardır. Bu duyguların nasıl oluştuğu, nasıl yaşandığı, araştırmacı yazarların irdeledikleri bir konudur. (s.225 vd.) “İntikam ve telafi”, “uzlaşma ve bağışlama” yine bu kategori altında incelenen duygulardır. “Kabullenme ve umutsuzluk” “açıklama ve rasyonelleştirme” yine öyledir.
Üç Temel Soru
1. Tehcir/sürgün soykırım günlerinde İttihat ve Terakki Hükümetinin Kürtlerle İlişkileri Nasıldır?
İttihat ve Terakki’nin en önemli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’dır. Teşkilat-ı Mahsusa, başta Ermeni sorununu çözümlemek için tasarlanmış ve yaşama geçirilmiş bir örgüttür. Gizli bir örgüttür. Teşkilat-Mahsusa’nın vurucu timlerinin üç önemli kaynağı vardır. Birinci grupta cezaevlerinden belirli bir anlaşma sonucunda çıkarılan cinayet suçluları yer almaktadır. Bunlar, Ermenilere karşı baskı, terör uygulamaları koşuluyla, Ermenilerin yerlerinden yurtlarından uzaklaştırılmalarında rol almaları koşuluyla cezaevlerinden çıkarılmışlardır, dosyaları kapanmıştır. Bunlara, eylemlerinden, operasyonlarından dolayı hiçbir soruşturmaya karşılaşmayacaklarına dair güvenceler de verilmiştir. İkinci grupta yer alanlar Kürt aşiretleridir. Kürtlere, “eğer Ermenileri, mahallenizden, köyünüzden çevrenizden uzaklaştırırsanız, uzaklaştırılmalarında rol alırsanız, onlardan kalacak olan taşınmaz mallar, örneğin tarlalar, evler, dükkanlar, değirmenler, atölyeler, öküzler, sürüler vs. sizin olacaktır… denilmiştir. Bu eylemlerinden, operasyonlarından dolayı her hangi bir soruşturmayla karşılaşmayacaklarına dair onlara da güvenceler verilmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa’nın üçüncü bir kaynağı daha vardır. Bunlar, Balkan göçmenlerinden derlenen elemanlardır.
İttihat ve Terakki hükümeti yöneticileri, özellikle mahalli yöneticiler, Kürtlerle, Kürt aşiretleriyle bu çerçevede görüşmeler yapmışlardır. Bu, Kürtleri suça, insanlık suçu işlemeye teşvik eden bir tutumdur. Bazı Kürtler, bazı Kürt grupları, Kürt aşiretleri bu öneriye şevkle sarılmışlardır. Bu talimatın, bu anlaşmaların gereklerini şevkle yerine getirmişlerdir. Baskı altındaki, sürgünlerdeki Ermenilere, şiddet, baskı uygulama, onları taciz etme, yaşamlarını daraltma, körleştirme, şüphesiz Kürtlerin iradesi değildir. Bu İttihatçı hükümetin iradesidir. Kürtlerin burada tetikçi olarak kullanıldığı açıktır. Fakat bu ilişkileri biraz daha derinleştirerek analiz etmekte yarar vardır. Tehcirde, sürgünlerde, tetikçilik yapmanın, Kürtlerin iradesiyle gerçekleşen bir süreç olmadığı açıktır. Ama, Kürtlerin, bu süreçte, çok ağır suçlara bulaştırıldıkları, bulaştıkları açıktır. Buysa, Kürtlerin daha sonraki tarihlerinde, Türkiye-Kürt ilişkilerinde, Kürtlerin aleyhine çok olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmıştır. ABD’nin İstanbul Büyükelçisi, Henry Morgenthau’nun, 4 Mart 1918’de tamamladığı raporunda şu ifadeler yer almaktadır.
“1915 Haziran sonu, termometre 40-45 dereceyi gösterirken, Harputlu bin üzerinde bir grup kadın ve çocuk, Diyarbekir’in doğusunda bulunan Viranşehir’den naklediliyordu. Tamamı, aralarından güzel kadınları, kızları ve çocukları seçen bir grup acımasız Kürt’e teslim edildi. Kaderlerinin korkusuyla titreşen bu kişiler, vahşi zalimlerin eline düşmüştü. Kadınlar kızgın Kürtlere karşı yapabilecekleri en iyi şekilde direndiler. Son olarak seçilmiş ve ele geçirilmiş olanları nakletmeden önce, geriye kalan kadınların bütün giysilerini çıkardılar. Yolculuğun geri kalanında, tamamen çıplak bir halde, devam etmeye zorlandılar. Bu zalimliğin görgü tanıkları üçyüzden fazla kadının Ras-el-Ain’e tamamen çıplak olarak ulaştığını anlattılar. O sıralarda Almanya-Bağdat demiryolu henüz tamamlanmamıştı. Görgü tanıkları kadınların bütünüyle çıplak, saçlarını vahşi hayvanlar gibi darmadağın ve ayaklarının, altı günlük yolculuktan sonra yanık içinde olduğunu da ekledi. Bu kişilerin birçoğu Halep’e ulaştıktan birkaç gün sonra, konsolosluğa gelip bedenlerinin durumunu bana gösterdi. Vücutları yanmaktan yeşil zeytin rengine dönüşmüş, derileri büyük parçalar halinde soyulmuştu ve birçoğu Kürtler tarafından korkunç bir şekilde dövülmenin sonucu olarak kafalarında derin yaralar ve vücutlarında kesikler taşıyorlardı.
“1915 Ağustos başlarında gelen, dehşet derecede zayıf, kirli, perişan ve hasta 5.000 kadın ve çocuk Halep’te görülmüş en korkunç şeylerden biridir. Bunların 3.000’i birinci gün, geri kalan 2.000 kişi ise onu izleyen günlerde ulaştı. Sivas’taki sağlıklı ve verimli Ermeni nüfusundan geriye yalnızca bu insanlar kalmıştı. Bu bölgelerden gelen insanların aslında 300.000’in üzerinde olduğu hesaplanmıştır. Peki, geri kalanlara ne olmuştur. Mucizevi bir şekilde Halep’e ulaşan bir gurup akıllı kişiden öğrendiğimiz kadarıyla, 14 yaşın üzerindeki bütün erkekler ve gençler ilkbahar başlarında bölgedeki polis karakoluna çağrılmıştı. Bu çağrılar muhtelif haftalar boyunca farklı safhalarda gerçekleşmişti. Bu şahıslardan bir daha hiç haber alınamamıştı. Kaderlerinin nasıl olacağı birden fazla görgü tanığınca tasdik edilmişti. Bu yüzden orada kalmanın hiçbir anlamı yoktu.” (s.33-34)
Konsolos Jackson, Halep’e kadar gelenlerin de kendilerini güvenlik içinde hissetmediklerini söyler. Nitekim, daha sonra pek çok kişi Suriye’nin iç kesimlerine yani çöllere doğru yönlendirilir. Konsolos Jackson şöyle yazar: “Ermeni mülteciler Der-Zor’da, cezaevlerinden serbest bırakılmış ve bu amaçla buraya getirilmiş Türk, Kafkas ve Kürt tarafından saldırıya uğradı… Kaçmayı başaran yüzden az kişi ve köpek gibi Deir sokaklarında koşmaya terk edilmiş, 250 çocuk dışındaki geri kalan 60.000 Ermeni’nin tamamı bir hafta içinde yok oldu.” (s. 35) Konsolos Jackson, Harput’tan (Elazığ) sürgün edilen bir kişinin anlatımlarını da şu şekilde kayıtlara geçirmiştir.
“… 52. gün başka bir köye ulaştılar. Kürtler neleri varsa hepsini aldı, gömleklerini, hatta iç çamaşırlarını bile. Kervanın tamamı kavurucu güneş altında bütünüyle çıplak bir halde, tam beş gün yürüdü. Bunu izleyen beş gün ise, ne ağızlarına koyacak bir lokma ekmekleri, ne de bir yudum suları vardı. Susuzluktan kavrulup öleceklerdi. Yüzlerce kişi susuzluktan diller kömüre dönüşmüş halde, yolda devrilip kaldı.Beşinci gün çeşmeye ulaştılar. Doğal olarak kervanın tamamı oraya koştu. Ama, muhafızlar, önlerine durdu ve bir yudum su bile almalarına izin vermeyip, suyun bardağını 1-3 liradan satmak istediler. Bazen parayı almalarına rağmen suyu vermediler. Başka bir yerde ise birkaç tane kuyu vardı. Kuyularda ip ve suyu çekecek bir kova olmadığından kimi kadınlar aşağı atladı ve boğuldular. Ölü bedenler hala içinde ve kokarken bile geriye kalanlar bu kuyulardan su içti. Kimi zaman diğer insanlar susuzluklarını gidermek için, daha sığ kuyulardan çıkan kadınların ıslanan kirli giysilerini yalamak ve emmek için koşturdular.” (s. 35-36)
Bilgi kaynağı, yedinci güne kadar, Harput’tan sürgün edilen 3.000 kişilik orijinal gruptan geriye sadece 35 kadın ve çocuğun kaldığını bildirir. Halep’e ulaşan tüm kervan’dan ise, sadece 150 kadın ve çocuk kurtulmuştur. Kurtulabilenler sadece bunlardır. Harput’tan konsolos Leslie Davis, Erzurum ve Erzincan’dan sürgün edilen Ermenilerin kamplarında gözlemlediği durumu, Büyükelçi Morgenthau’ya yazdığı bir mektupla, şöyle anlatır:
“… Aralarında çoğu yolda öldürüldüğü için, sadece birkaç erkek vardı. Hepsi Kürtler tarafından saldırıya uğradıkları ve soyulduklarına dair benzer hikayeler anlatıyorlardı. Hemen hemen tümü tekrar tekrar saldırıya uğradı ve bunların büyük çoğunluğu öldürüldü, bilhassa erkekler…”
Sistemin belli bir işleyiş tarzı olduğu görülüyordu. Bir grup Kürt bilhassa erkekler ve sırası gelmişken diğerlerini de öldürmek için yolda bekliyordu. Tüm faaliyetin, bu ülkenin daha önce hiç göremediği kadar iyi organize edilmiş ve sonuç verici bir katliam olduğu görünüyordu.” (s. 36-37)
Leslie Davis, 7 Haziran 1915 tarihli raporunda katliamdan bahseden hikayeleri şöyle anlatır:
“Pazartesi günü, Harput ve Mezre’den çok sayıda erkek tutuklandı ve hapse atıldı. Salı sabahı şafak vakti dışarı çıkarıldılar. Ve neredeyse ıssız bir dağa doğru yürümeye mecbur edildiler. Toplamda sekiz yüz kişi vardı ve 14’lük gruplar halinde birbirlerine bağlanmışlardı. O öğleden sonra, cami ve diğer binalarda gece boyunca alıkonulacakları küçük bir Kürt köyüne ulaştılar. Bütün bu süre boyunca ne yemek yediler ne de su içtiler. Paralarının ve kıyafetlerinin de çoğu alınmıştı. Çarşamba sabahı birkaç saat uzaklıktaki bir vadiye götürüldüler ve burada oturmaya mecbur edildiler. Daha sonra jandarmalar tamamına, öldürünceye kadar ateş ettiler. Kurşunla ölmeyen kimilerini bıçak ve süngüyle öldürüp kurtuldular.” (s. 37-38)
Byrce ve Toynbee’nin topladığı belgelerde, Muş’taki olaylar şöyle anlatılıyor:
“Kasabanın ileri gelenleri ve köy liderleri iğrenç işkencelere boyun eğdiler. İnsanların el ve ayak parmaklarının tırnakları zorla çekilip çıkarıldı. Kimilerinin burunları kesildi. Kurbanların bayan akrabaları, sakatlanmış kocalarını ve kardeşlerini görmeden hakarete uğradılar.”
“Farklı kamplarda toplanmış kadın ve çocuklardan kurtulmanın en iyi yolu, onları yakmaktı. Yangın Alidjan, Megrakom, Khaskegh ve diğer Ermeni köylerindeki büyük tahta barakaları yakarak başlatıldı. Ve tümüyle çaresiz kadınların ve çocukların hepsi kavrularak öldü.” (s. 41)
Bir Ermeni tarafından anlatılan bu olay, Muş’taki olaylara şahit olan Alman misyoneri Johannes tarafından da onaylanır:
“Bitlis’de katledilecek kimse kalmadığından, yetkililer, Muş’a yöneldi. Zalimlik çoktan yapılmıştı ama, şimdiye kadar olanlar çok alenen değildi. Nasıl olduysa, hiçbir sebep olmaksızın, insanları vurmaya ve sadece, bunu yapmaktan hoşlandıkları için döverek öldürmeye başladılar.” (s.41)
Daha sonra Muş’un nasıl yakıldığı da şöyle anlatılmaktadır.
“Yetimhaneye de alevlerin sıçrayacağı korkusuyla hepimiz kilerde saklanmak zorunda kaldık.Evlerinde yanarak ölmekte olan insanların ve çocukların çığlıklarını duymak yürek parçalayıcıydı. Askerler, bu çığlıkları duymaktan büyük zevk alıyorlardı. Sokağa kendilerini atan insanlar, bombardımanda öldüğünde, askerler, sadece gülüp geçtiler.”
“Mutasarrıfa gidip, hiç olmazsa çocukları bırakması için boşu boşuna yalvardım. ‘Ermeni çocuklar kendi ulusuyla birlikte yok olmalıdır’ şeklinde cevap verdi. Hastanemiz ve yetimhanemizdeki insanların tamamı alındı, bize sadece üç kadın işçi bıraktılar. Bu acımasız koşullar altında Muş yanarak kül oldu.” (s. 41)
Bu örneklerden görüldüğü gibi, Kürtler bu ağır suçlara, insanlığa karşı işlenen suçlara bulaştırılmışlardır veya bulaşmışlardır. Bu suçların İttihatçı hükümetin direktifiyle işlendiği açıktır. İrade, İttihatçı hükümetindir, Kürtler, sadece tetikçidir. Fakat Kürtler, insanlığa karşı işlenen bu suçlara o kadar çok bulaştırılmışlardır ki, o kadar çok bulaşmışlardır ki, hükümet her zaman, bu insanlar, bu aileler hakkında, bu eylemlerinden dolayı soruşturmalar açabilir. “Siz talimat verdiniz, biz de yaptık…” savunması yeterli olmayabilir. Kaldı ki, bunların çoğunun sözlü teşvikler olması mümkündür. Bu bakımdan, bu insanların,bu ailelerin boynu devlet ve hükümet karşısında her zaman büküktür.
Ermeni nüfusu, “yerel halk”ın da katkılarıyla şu veya bu şekilde çürütülmüştür. Ermenilerden kalma mallar, tarlalar, evler, dükkanlar, değirmenler, atelyeler, öküz, at, koyun gibi hayvanlar, kağnı, araba gibi çeşitli araç-gereçler, çevredeki Kürt eşraf veya Türk eşraf arasında paylaşılmıştır. Ermenilerden kalan mallara bu şekilde el konulmuştur. Aileler toplumsal ve politik güçleri oranında bu mallara el koymuşlardır. Eli değnekli olanlar, değneği çok olanlar, bu malların çoğuna el koymuşlardır. Örneğin her aileye bir tarla verilecektir. Bu koşullarda, aynı ailedeki iki kardeşten biri farklı bir soyadı alarak, bu mallardan daha çok hisse kapmanın yolunu aramıştır. Ermeni mallarını dağıtan komisyon bunun farkındadır. Ama buna göz yummaktadır. Bu süreçte, Ermeni mallarına şu veya bu şekilde el koyan bu kişiler, bu aileler, devlet ve hükümet karşısında daha da boynu bükük bir hale gelmişlerdir. İleride bu malların kendilerinden geri alınmaması için devlet ve hükümet politikalarına daha bağlı bir hale gelmişlerdir. Devlet ve hükümet karşısında boynu bükük olduğu için, bu insanlar, muhtemel soruşturmalardan uzak kalmaya özen göstermişler, bunun için de, kendilerinin, devlet ve hükümet politikalarına daha çok bağlı olduklarını çeşitli vesilelerle göstermek istemişlerdir. Buysa, yani 1915-1916 yıllarında yaşanan bu olay, Kürtlerin daha sonraki milli davalarında olumsuz bir ortam yaratmıştır. Ermeni malları politikası, Kürtleri devlete bağlamanın farklı bir yolu olarak ta algılanabilir.
2. Baskı Altındaki, Sıkıntılar İçindeki Ermenilerin Kurtarılması Ne Demektir?
Tehcirdeki, sürgünlerdeki Ermenilere, kucak açan, onları korumaya çalışan Türkler veya Kürtler olmuş mudur? Kürtler, Ermenileri nasıl koruduklarına, sakladıklarına dair pek çok olay anlatıyorlar. Bazı Ermeni bireyleri kurtarılmış olabilir. Ama, bunun nasıl bir “kurtarma” olduğu da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Müslüman olan Kürtler, “kurtardık” dedikleri Ermenilerin Müslüman olmasını istemişler, onları, dinlerini, inançlarını inkara zorlamışlardır. “Benim dinim kötüydü, onu kınıyorum, şimdi Müslüman oluyorum…” (s. 210) dedirterek, imamların, hocaların nezaretinde törenler yapılıyordu. Kişi olarak bunun bir “kurtarma” olduğu kanısında değilim. Tehcir/sürgünler sırasında, anaları, babaları, yakınları öldürülmüş, anasız, babasız, kimsesiz kalmış Ermeni çocuklarının, kimsesizler yurtlarında toplanması, süreç içinde, zamanla Müslümanlaştırılmaları, Türkleştirilmeleri, “Ermeni çocuklarının kurtarılması” değildir. Bulgaristan’da, 1985-1988 yılları arasında, Bulgar isimleri alan, Bulgarlaştırılan Türklerin “kurtarılmış Türkler” oldukları düşünülüyor mu? Dinsel ve dilsel bakımdan asimilasyon da soykırımın bir çeşididir, fiziki soykırımın, kültürel soykırım olarak devam ettirilmesidir.
Ermenilerin, Ermeni olarak, kendi inançlarıyla, dilleriyle,dinleriyle kabul edildiklerine ve korunduklarına dair bir olgu, bir anlatım yok. Yalnız, Dersim’deki Alevi Kürtler,, Ermenileri bu şekilde, yani, dilleriyle, dinleriyle, inançlarıyla kabul etmiş olabilirler. Ermeni-Kürt ilişkilerine, tarihsel geçmişe bu yönden de bakılabilir.
3. Soykırım Nasıl İncelenebilir?
24 Eylül 1996 tarihinde, Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde, bir olay yaşandı. On PKK’li gardiyanların, özel tim görevlilerinin, jandarmaların, demir çubuklarla saldırısı sonucunda yaşamlarını yitirdi. 20’yi aşkın kişi yaralandı. Yaralananlarla birlikte, pek çok PKK’li Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nden Gaziantep Özel Tip Cezaevi’ne sevkedildi.
26 Eylül 1999 tarihinde, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde de buna benzer bir olay yaşandı. On civarında devrimci militan da burada, gardiyanlar, özel tim görevlileri ve jandarmalar tarafından dövülerek öldürüldü, yaralananlar oldu. Birinci olayda, mağdur ailelerin girişimleriyle, cezaevi idaresi hakkında, olaya karışan görevliler hakkında dava açılmıştı. Özel tim görevlileri, gardiyanlar, jandarmalar, mahkemeye ifade vermeye bile gelmediler. Cezaevi yöneticileri, olayları, “mahkumların kendi aralarındaki çatışma” şeklinde anlatmaktadır. İkinci olaydaysa, cezaevi yönetimi benzer bir savunma yapmaktadır.
Bu iki olgu, örneğin 2070’lerde, 2080’lerde nasıl incelenecektir? Diyelim bu yıllarda, her iki cezaevindeki olayların nasıl gerçekleştirildiğine dair bir inceleme yapılacak…”Güvenlik birimlerinin sorumluluğu var mı, yok mu” konusu irdelenecek. Araştırmacıların şöyle bir yöntem izlediğini farzedelim. Başbakanlığın, İçişleri Bakanlığı’nın, Adalet Bakanlığı’nın, valiliklerin kayıtları inceleniyor ve şöyle deniyor: “ Başbakanlığın, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarının, valiliklerin kayıtları incelendi. Başbakanlık’tan, İçişleri Bakanlığı’ndan ve Adalet Bakanlığı’ndan, Diyarbakır E Tipi Cezaevi’ne, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne veya valiliklere, “bu militanları öldürün…” şeklinde bir direktif verildiğine dair bir yazıya, bir bulguya, bir belgeye rastlanılamadı. Bu da bu olaylarda, güvenlik birimlerinin masum olduğunu gösterir. Olayın, mahkumların/teröristlerin birbirleriyle çatışmaları sonucu meydana geldiğini gösterir…” Bu tatmin edici, sağlıklı bir yöntem midir? Öyleyse, bürokratik kurumların yazışmaları arasında belge arama değil, tanık beyanları, olayı yaşayanların beyanları daha önemli olmalıdır. O siyasal ortama ilişkin belgelerin, tanık beyanlarını doğrulayıp doğrulamadığına bakılmalıdır. Herhalde Hitler’in de, “Yahudileri yok edin, tamamını öldürün…” şeklinde yazılı bir direktifi yoktur. Ama, merkezi yönetim ile mahalli yöneticiler arasındaki çeşitli görüşmelerde, bu sürecin nasıl işleyeceği kararlaştırılmıştır. Arada bazı şifreler de vardır. Bu görüşmeler ve şifreler aracılığıyla, mahalli yöneticiler, kurum yöneticileri, muhtemel olarak meydana gelebilecek olaylar karşısında nasıl davranacaklarını zaten biliyorlardır.
“Tanıkların Dilinden Ermeni Soykırımı” kitabıyla ilgili olarak söylemek istediklerimi kısaca bu şekilde belirtebilirim. Değerlendirilmesi, irdelenmesi gereken bir kitap. Sürgün edilenlerin duygularını, ruhsal yapılarını deşelemeye çalıştığı için, bu yönden de dikkate alınması gereken bir inceleme…
Komşumuz Ermeniler nerede?
Kivramız semerci Hüsnü, Agop arkadaşımız? Bir halkı bu şekilde tarih sahnesinden silmek hangi kitaba sığar? Kur’an’da var mı bu insafsızlık? Türk devleti Osmanlıyla övünüyor,ünleniyor, ama Ermeni katliamını görmüyor?Üstelik mağdur, maktul Ermeniyi suçlu yapıyor.
Ben çocukken bizim oralarda Ermeni kiliseleri vardı, hamamları, mezbahaları vardı. Kiliseler yerlebir edildi. Ermeni ve Kürt isimler Türkçeleştirildi. Kızılkilise, Nazımiye yapıldı, Hakis Yayladere ve benim Türkçesini bilmediğim Xarik, Markasor vb ne yapıldılar, bilmiyorum.
Alman faşizmi, Türklerin Ermeni katliamını kendisine örnek aldı. Türkiye, savaşların gölgesinde önce Hıristiyan halkları ortadan kaldırdı, sonra mızrağın ucunu Kürtlere çevirdi. Böylece aldılar mazlumun ahını,öldürdüler milyonları. General Kazım Karabekir:“Giderken zo zo’ları, dönerken lo lo’ları temizleyeceğiz.”dedi. Gerçekten de önce Ermeniler, ardından Kürtler geldi. Bu ahı alanlar rahat edecekler mi? Milyonlarca Ermeninin ahı aheste aheste çıkmaz mı? Almanya katlettiği Yahudi halkından defalarca özür diledi. Türkiye ise, bu katliamı bir türlü kabul etmek istemiyor. Katilin haklılığı gibi bir davranış içindedir. Bir de katliamcı paşalarını onore ediyor.İttihat ve Terakki’nin Türk İslam sentezi bugün daha da katmerli sürdürülüyor.
Oysa Ermeniler topraklarında yaşayıp işinde gücünde olsalardı, ticaret, tarım ve endüstride ileri olan bu halk, Anadolu halklarına ışık tutacak onları aydınlatabilecekti. Gözü dönmüş Türk İslam sentezciler bunu göremezdi.Üstelik Türkiye; faşist,ırkçı Türk-İslam sentezini Kemalizm ile bütünleştirirken, dünyaya entegre olma olanağını da kaybediyor. 90 yıl önce Anadolu ve Mezopotamyadan Ermeni insanının çığlıkları yükseldi. En azından insan olan bu çığlığa saygılı olur.İzmir’de yaşayan Ermeni doktor,İstanbul’da sarraf, Bursa’da tüccar, Afyon’da manifaturacı, hatta Türk ordusunda subay, sanatçı, kültür insanı, dünyayı Türklerden daha iyi algılayan bu insanlar Ermeni oldukları için katledildiler. Bir buçuk milyon çığlık, rahatsız etmez mi sizi? O halde ne yaptınız?
www.haydar-isik.com
ZAZA YURTSEVERLİĞİ- Piya Forum´dan aktarma
FORUM DERSIMMakale yazari: Sait Çiya Tarih, gün ve saat : 24. Mart 2007 14:57:22:
ZAZA YURTSEVERLİĞİ
--------------------------------------------------------------------------------
PÌYA FORUM
--------------------------------------------------------------------------------
NÚªKARÉ MEQALI: Sait Çiya Wext: 24. Mart 2007 14:05:21:
ZAZA YURTSEVERLİĞİ
Sait Çiya
Zaza Ulusal Sorunu Ebubekir Pamukçu´nun Ayre ve Piya dergilerini çıkarmasından sonra gündemleşti. Önce Kürt Milliyetçileri aktif olarak bu harekete karşı çıktılar. Yanlış hatırlamıyorsam, zamanın Türk gazeteleri de "şimdi de Zazaistan belası" çıktı diye tavır belirlemişlerdi. Ama Kürt milliyetçileri her zaman saldırılarını gündemde tuttular. Zaza Yurtseverliğine karşı yalan-yanlış saldırılarına ara vermediler. Gerektiginde fiziki saldırıda bulundular. Kamer Özkan´ı "Zazacılık yapıyor" diye katlettiler. Ki, Kamer Özkan henüz Kürt hareketinden tam olarak kopmamıştı. Avrupa´da Geceleri engellediler. Bunun nasıl olduğunu Sayın Selim Çürükkaya açıkladı. Kendisini kutlarım. Keşke bu konuda bilgisi olanlar onun kadar samimi olabilseler. Burada bir anımı anlatmak istiyorum. Sanıyorum 1992 yılıydı. KAWA Almanya´nın Frankfurt kentinde bir gece düzenlemişti. Ben de Gece organizasyonunda bulunuyordum. Gece´de bir Zaza Gurubu da stand açtı. PKK´liler de stand açmışlardı. Her ne kadar KAWA da öteki Kürt gurupları gibi Zazaları Kürt olarak görüyorsa da saldırgan bir çizgi izlemiyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde PKK adına stand açanlar, "Eger Zaza standını kapatmazsak kendilerinin saldırıp dağıtacaklarını" söylediler. O dönem Kürt grupları zaten PKK karşısında sinmişlerdi. Zaza standını kapattırdık. Zazaların ulusal-demokratik davalarını engelleme çabası her alanda yürütülüyor. Avrupa Birliği Istanbul´da Azınlıklarla ilgili bir toplantı düzenliyor. Zaza aydını Faruk Eren de bu toplantıya katılıyor. Faruk Eren istiyorki Azınlıklar sorunu tartışılırken Zaza sorunu da konuşulsun. Ama Kürt milliyetçileri Faruk Eren´in konuşmasını engelliyorlar. Avrupalıların Zaza sorunundan haberdar olmasını, Zazaların Kürt olmadıklarını duymalarını istemiyorlar. Saldırılar, tehtidler, hedef göstermeler hep devam etti. Tek tek arkadaşlarımız tehtid edildi. Fiziki saldırıya uğradılar. Almanya´nın Bremen kentinde yurtsever bir arkadaş ölesiye dövüldü. Kürt Gazete ve Dergilerinde "Zazaların halis-muhlis Kürt oldukları" yönünde ardı-arkası kesilmeyen yazılar tefrika edildi. Bunu sadece PKK değil, hemen hemen bütün Kürt Parti ve Örgütleri yaptılar. Son zamanlarda bu saldırılarda nispi bir azalma var. Ancak iddialarından vazgeçmiş değiller. Arada sırada tekrarlıyorlar.Türk milliyetçileri ise Zazaların Türklüğünü ispatlamak için yaptıkları çalışmalara hiç ara vermediler. Türk milliyetçiliği Zazalara karşı çok sinsi bir politika izliyor. Zazalara karşı bir devlet siyaseti olarak, Zazaların Kürt olmadığı tekrarlanıyor. Ama her vesile ile Zazaların Türklüğü savunuluyor. Kürtleri asimile edemiyecegini anlayan Türk devleti Zazalara yönelik asimilasyon politikasını sistemleştirdi. Müslüman Zazaları İslamcı-Türkçü parti ve guruplar aracılığıyla, Alevi Zazaları Bektaşilik aracılığıyla Türkleştirmek istiyor. Hikaye uzun....Zaza Yurtseverliği homojen bir hareket değil. Bu çok normal. İçinde farklı eğilimleri barındırıyor. Aslında Ulusal-demokratik Zaza hareketi henüz oluşum aşamasında. Örgütlenme ve politik talepler alanında zaman zaman sağlanan gelişmeler kalıcı olamadı.Öte yandan Zazaların farklı inanışlara sahip olması başlangıctan itibaren ortak ulusal-demokratik mücadelenin önünde aşılmaz bir sorunmuş gibi gösterilmek istenildi. Yurtsever Zaza hareketi de bu konuda kendi içinde istenilen düzeyde bir açılım geliştiremedi. Burada iki eğilimden bahsedebiliriz. Bir eğilim, Alevilik, Müslümanlık o kadar önemli değildir. Hepimiz Zazayız. Zazaların kendilerini değişik isimlerle adlandırmalarını unutmalıyız. Türkler, Kürtler böyle yaptı. Bizde aynı yoldan yürümeliyiz, diyor. İkinci eğilim ise başlangıcta Desmala Sure tarafından temsil ediliyordu. Sonradan farklı kesimler de benzeri bir rotaya girdiler. Bu görüşe göre ise, Müslümanlık-Alevilik bölünmesi çok önemlidir. Öncelikli sorun budur. Etnik köken, aynı dili konuşmak bir yakınlıktır. Ama ortak politik örgütlenme için yeterli değildir. Aleviliğin esas olarak Dersim´de temsil edilmesinden hareketle bu kesim kendini Dersim´le de özleştirmek istiyor.Bu iki kesimin dışında üçüncü bir anlayış gelişti. Politik tartışma ve hazırlıkların sonucu ifadesini Serbestiye´de buldu.Serbestiye´nin görüşlerini kendi Internet sitesinden takip edebilirsiniz. Serbestiye yeni bir ulusal-demokratik çizgi geliştirmek istedi. Bu çizgiyi şöyle özetleyebiliriz. Zazalar iç kültürel-inanç farklılıklarını inkar etmemelidirler. Halkın kendini isimlendirmesini esas almalıyız. Farklılıkları kaldırmak yerine, farklılıklarla birlikte yürümeli, dini, kültürel farklılıkları ulusal bileşenlerimiz olarak görmeliyiz. Serbestiye bu anlayış çerçevesinde politik talep olarak da Alevi ve Müslüman Zazalar için İç Otonomi önermişti. Başlangıçta önemli bir destek gören Serbestiye, sonradan bu desteği yitirdi. Gelinen yerde politik çalışması çok zayıflamıştır. Ortak politik örgütsel çalışmanın yerine, bireysel-bölgesel insiyatifler öne çıkmış bulunuyor.İlk yıllarda Zaza Yurtsever Hareketine daha çok Kürt milliyetçileri saldırıyordu. Kürt partileri daha çok da Zaza kökenlileri kullanarak bize karşı akla hayale sığmayacak saldırılarda bulundular. Bunların saldırılarına gerekli cevaplar verildi. Artık Zazalara yönelik eski teorilerini yüksek sesle savunamıyorlar. Lehçe teorisi iflas etti. Şimdi tartışmadan kaçarak, Zaza sorununu unutmak istiyorlar. Böylesi onlar içın daha iyi.Internet´in yaygınlık kazanmasıyla birlikte yeni saldırılarla karşılaşmaya başladık. Bu seferki saldırı çok ilginc. Zaza karşıtlığı yapanların bir kısmı eski arkadaşlarımız. Bazıları da şimdi saldırdıkları arkadaşların çalışmalarının sonucu olarak Türk ve Kürt siyasetinin yörüngesinden çıktılar. Tam olarak çıktıkları da söylenemez. Bunlar Zazalara yönelik güçlü önyargılarını terk etmiş değiller.
Palavra Meydanı´ndan Internet Meydanı´na
1975-80 arasında proleterya, sosyalizm, Marks-Lenin ve ötekiler üzerine Mameki´i Çarşında çok hareretli tartışmalar yürütüldü. Devrim modelleri çizildi. Arka mahellelerde kurulan örgüt ve hizipler çarşıdaki meydanda yürüyerek yüksek- alçak sesle kitleye sunuldu. Bu tartışma proletarya adına yapılıyordu. Bildiğim kadarıyla içinde ne bir sendikacı ve ne de bir işçi vardı. Tartışmalar çok hayali ve genellikle uzak ülkeler örnek verilerek yapılıyordu. Kenardan, sağdan-soldan geçenler ilk başlarda bu durumu gülerek izlemişlerdi. ( Xo mabên de vatêne, axıri domanê maê.) Sonradan politik atışlar iyice tırmanınca, halk bu Meydana Palavra Meydan´ı ünvanını verdi. Uzun uzun yapılan devrim hazırlıkları, her aşaması ayrıntıyla çizilmiş devrimci savaş modelleri, Cunta´yla birlikte tatlı bir düş olarak kaldı. Hayellerin yerini gerçeklik aldı.Yanlış analaşılmasın, amacım o döneme hakaret etmek değil. O döneme yönelik eleştirilerim, aynı zamanda kendime yöneliktir. Bu satırların yazarı da Palavra Meydanı´nın müdavimlerinden birisiydi.Şimdi Palayra Meydanı internet aracılığıyla tekrarlanmak isteniyor. Bir farkla: bu seferki tartışma tamamen hayal aleminde yürütülüyor. Ama içerik aynı. Türkiye yerine Dersim, proletarya-sosyalizm yerine alevilik, çeşitli milliyetlerden halkımızın yerine Dersim´in Kırmanc, Khurmanc ve Türkmenlerini geçirmişler. Enternasyonalistler ya, sadece Kırmanc ve Khurmanc olsa olmaz. Türkmen´i de ekliyorlar. Dersim´de Türkmen yoktur desen, bin dereden su getirir, aşiret secerelerini açarlar, Türkmen´i de yaratırlar. Yoksa da ithal ederler.O zaman ezilen halklar çok modaydı. Şimdi Zazalar tarafından yok sayılan, hakları inkar edilen Dersim´in Khurmancları moda. Gülmeyin. Adı dahi inkar edilen, Kürt ve Türk milliyetçiliği tarafından bastırılan Zaza yurtseverliği Dersim´in Khurmanc halkını inkar ediyormuş da, bizimkiler de demokrat, her türlü baskıya karşılar ya, Khurmancların haklarını Zazalara karşı savunuyorlar. Büyük demokratlık!Hangi Zaza ne zaman, nerede, nasıl Dersim´in Khurmanclarının hakkını inkar etmiş? Böyle bir şey var mı? Böyle bir talep mi var? Khurmancları istemiyoruz, onların hakları yok, onlar Zaza olmak zorundalar diyen mi var? Khurmancların dahi böyle bir iddiası yok. Olsun, bizimkiler uyanık insanlar. Khurmanclar uyuyorsa, uyandırmak gerekiyor. Zazaistan devletini kurup, Khurmancları ezmeye müsade etmezler.Palavra Meydanı´nın en muteber ilkelerinden birisi de her türlü milliyetçiliğe karşı olmaktı. Zamanında Kürt Meselesi vesilesiyle gündeme gelen "ayrı örgütlenme modeli", işçileri bölmek olmaz, Konyalı işçi de eziliyor, Tuncelili ( o zaman genellikle böyle isimlendirilirdi) işçi de eziliyor. Sermayeye karşı bir partide örgütlenmeleri gerekiyor. Devrim olunca dünya cennet olacak, o zaman ulusal farklılıklar da kalkacak, denilerek "milliyetçiler" mahkum edilirdi. Şimdi de Alevi ve Müslüman Zazanın ulusal-demokratik özgürlüğü için birlikte örgütlenmesi gerekiyor denildiğinde, Alevileri bölmeyin, Dersimlileri bölmeyin, Zaza milliyetçiliği yapmayın denilerek geçmiş tekrarlanıyor.Enteresandır, eskiden çeşitli milliyetler adına, işçiler adına Dersim´in lise öğrencileri, öğretmenleri, üniversite okumuş abileri konuşurdu. Ne çeşitli milliyetler vardı, ne de işçi. Şimdi de aleviler adına, Dersimli Khurmanclar adına, bizim Dersimli Alevi Zazalar (onlar bu kavramı sevmezler. Dersimli Kırmanclar diyelim) konuşuyor.Alevi Kürt Kürtlüğüne, Alevi Türk Türklüğüne sahip çıkıyor. Bu iki milletin devletleri var. Kürtlerin yok demeyin. Güneyde devletleştiler. İyi ki de devletleştiler. PKK de halkımızın karşısında Kürt devleti anlamına gelir. Alevi Zazaların dili yasaklı. Dini yasaklı. İki yönlü baskı altında. Tekrar olacak ama, yok olmanın eşiğinde. Türk ve Kürt siyaseti Müslüman Zazanın da, Alevi Zazanın da üstünde hegomanyasını kurmuş, özgürleşmesini engelliyor. Bizimkiler hala daha Alevileri bölmeyin, Dersim´i bölmeyin diyerek ultra demokratlık oynuyorlar.Kişi önce kendine bakmalı. Kendini tanımalı. Sorunlarını dillendirmeli. Çözüm yolları aramalı. Kendisi olmayan, kendi hakkını arayamayan kişi zaten ciddiye alınmaz. Borçlunun borcundan kaçması gibi kendi sorunlarımızdan kaçmamız gerekmiyor. Başkasının yerine ağlamaya gerek yok. Bu durum bana, kerpiç duvarın, yağmur yağarsa, taş duvarın hali ne olacak diyerek ağlamasını hatırlatıyor.
Geçmiş Tekrarlanabilir mi?
Uluslaşma hakkında çok değişik tezler var. Kimilerine göre uluslar yok. Ulusu, milliyetçiler yaratıyor. Ulus ötesine geçmek gerekiyor. Ne kadar tartışılırsa tartışılsın, ulusal devletler var. Uluslar arasında eşitsizlikler, ulusal işgaller var. Ulus ötesi tartışmayı yapanların çoğu ezilen ulusların bireyleri. Ulusal baskıya maruz değiller. Bu tartışmaların akademik olarak bir anlamı olabilir. Ama bizim gibi ezilen halklar için biraz lükstür.Uluslar belirgin olarak son iki yüz yıldır arenadalar. Önceleri dil temelinde, etnik temelde birlikler yerine, genellikle büyük imparatorluklar ve dinsel temelde cemaatlar vardı. Aynı dinden, aynı mezhepten olanlar çoğu durumda birlikte hareket ediyor, politik ittifaklar gerçekleştiriyorlardı. Ulusal hareketler ve ulusal devletlerle beraber bu durum zayıfladı. Dinsel yakınlık önemli olmakla beraber, eski tür cemaatlar parçalandı.Zazalar iki dinliler. Müslüman Zazalar daha çok Müslüman Kürtlere kendini yakın gördüler, birlikte hareket ettiler. Alevi Zazalar öncelikle Alevi Kürtlerle, zaman zaman da Alevi Türklerle birlikte hareket ettiler. Osmanlının Müslüman olması, devamcısı TC´nin de Müslümanlığı resmi devlet dini haline getirmesi, Alevi Zazaları bu kesimin hedefi haline getirdi.Osmanlıdan başlayarak Alevi Zazalar sürekli saldırıya uğradılar. Saldırıya karşı kendini koruyan Alevi Zazalar Dersim´de bir direnç noktası, relatif bir özgürlük yaratabildiler. Bütün eksikliğine rağmen bir genelleme yaparsak, Dersim Zazalığı 1514´den 1938´e kadar özerkliğini koruyabildi. Dersim´in etkisi, sınırları değişmekle beraber, bu dönemde statüsünü koruyabildi. Dersim´in özerkliği Kürt ve Türk Alevileri için de bir çekim merkezi, barınak oldu. Kürt Alevileri de Dersim´in bileşeni oldular. Türk Alevileri genellikle sınır bölgelerinde varlıklarını korudular. Kürt Alevileri ise İç Dersim de dahil Alevi Zazalarla birlikte yaşadılar. Ama bölgenin ana halkı, belirleyici unsuru Alevi Zazalardı. Hala da öyledir.Son yüzyılda önemli değişiklikler oldu. Türk Alevileri, aleviliğini Türk kimliği ile birleştidi. Kürt Alevisi de esas olarak Kürt kimliğini öne çıkardı. Kendini hem Kürt ve hem de Alevi olarak görmeye başladı. Alevi Zazalar bu gelişmeyi yaşayamadılar. Burada kendimizi suçlamıyoruz. Müslüman Zazalar da bu gelişmeyi yaşayamadı. Zazalar nüfus olarak Türk ve Kürtlerden azlar. Politik güçleri çok zayıf. Türkün ve Kürdün hem baskısı ve hem de etkisi altındalar. Cemeattan ulusa geçemediler. Ne cemaat varlıklarını koruyabildiler. Ve ne de tam olarak uluslaşabildiler. Bugünkü reel dünyada politik bir güç olamayınca ya Türk ve Kürdün yörüngesine giriyorlar, ya da cemaat döneminin nostaljisi öne çıkıyor.Ne var ki geçmiş eski haliyle tekrarlanamaz. Şimdi ne , "Açılın Kapılar Şaha gidelim" diyen bir hareket var, ve ne de Erdebil´de yaşayan bir Şah var. Şah, şiileşmiş, Anadolu´dan Şah´a gidenler yönünü Ankara´ya çevirmişler.Türkler Dersim Aleviliğini Bektaşileştirmek istiyor, Kürtler de Zerdüştlük, Yezidilik, vs. Diyerek Kürtleştirmek istiyor.Ne yapabiliriz? İki taraf da ne kültürümüzü ve ne de dilimizi korumamızı istemiyor.Türkler ve Kürtler gibi yapmak zorunda değiliz. İç kültürel farklılıklarımızı korumalı, ulusal bileşenlerimiz olarak ele almalıyız. Başka halklara düşman olmamıza gerek yok. Biz de ulusal-demokratik haklarımız için mücadele etmeliyiz. Dilimizin de, dinimizin de özgürlügünü istemeliyiz. Türk ve Kürt yolunun dışında demokratik uluslaşmayı savunmalıyız. Bir dinin öne geçtiği, adeta devlet dini olduğu bir ulus modeli değil, çok dinli, çok bölgeli uluslaşmayı savunmalıyız. Ulusal-demokratik hareket başından itibaren böyle bir çizgi izlerse, demokratik uluşlaşmanın önünü açabilir. Farklılıklarımız sorun değil, ulusal değerlerimiz olarak görülmelidir. Başka halklar da benzeri sorunları yaşadılar. Mesela Almanlar eski bölünmüşlüklerini iç federasyonla hem korudular ve hem de aştılar. Dini bölünmüşlüğü de devleti demokratikleştirip, dini sivilleştirerek çözdüler.Alevi ya da Müslüman olarak aynı dinden olanlara yakınlık duyabiliriz. Ama bu ulusal kimliğimizden vazgeçmemiz anlamına gelmemelidir. "Din kardeşlerimize" şunu demeliyiz. Senin dilin serbest ya da imkanların fazla. Gücün var. İyi bir kardeşsen, yardım et, ben de özgürleşeyim. Benim ülkemde de işgal ordusunun çizmesi olmasın. Sen nasıl kendini Kürt ya da Türk olarak görüyorsan, ben de kendimi Zaza olarak görüyorum. Buna saygılı ol. Ol ki kardeşliğin değeri olsun. Hiç bir şey yapamıyorsan benim için dua et. Bunu kabul etmeyen birisi, nasıl bir kardeştir? "Din kardeşlerimiz" bunu bize çok görüyorlarsa, Xızır, Homa, Duzgın u Çewres Asparu bizi bunların kardeşliğinden korusun.Hep söyleniyor. Ülkesi özgür olmayanın, dini de özgür olmaz. Senin dilin özgür değilse hangi dille dua edeceksin. Hangi dille öteki ibadetlerini yapacaksın? Ulusal özgürlükten kopartılmış bir dinsel özgürlük olmaz. Ulusal kimlik unutularak din adına ber şeyler yapılmak isteniliyorsa, sonuçta bu egemen ulusa yarayacaktır.
Din Sivilleşmelidir.
TC´nin laik olduğu çok tekrarlanır. Cumhuriyet tarihinin en büyük yalanlarından birisi budur. TC´de başlangıçtan itibaren Müslümanlık devlet dinidir. Bu zaman zaman müslümanlığa yönelik bazı kısıtlamalar olmadı anlamına gelmiyor. Devlet Müslümanlığı çerçevesinde hareket edildikçe sorun olmamıştır. Devletin üç büyük örgütlenmesi var. Diyanet, Eğitim, ve Askeriye. Diyanet aracılığıyla Müslümanlık, eğitim aracılığıyla Türklük korunup yayılıyor, Askeriye aracılığıyla da demokrasi istemleri, ulusal özgürlük talepleri bastırılıyor.Bu ne biçim laik devletdir de, herkesten toplanan vergilerle müslümanlık korunuyor. Onbinlerce din görevlisi, Okul ve Cami; Alevi´den, Hıristiyan´dan, Dinsiz´den, Yezidi´den toplanan vergilerle korunup besleniyor.Alevi ibadet yerleri resmen yasak. Hıristiyanlar Lozan Antlaşması´nın kendilerine tanıdığı Azınlık statüsüne rağmen kiliselerini onaramıyor, vakıflarına el konuluyor, Din görevlisi yetiştiren okullarına müsaade verilmiyor.Türkiye Laiktir, Laik Kalacaktır diye bağıranlar istiyorlarki yukardaki tablo hiç değişmesin.İçerden ve dışardan gelen itirazlar, politik güç dengelerinin değişmesi, vb. nedenlerin sonucu olarak devletin siyasetinde belli bir esneklik görülüyor. Alevilerin Cem Evleri açması engellenmiyor. Ama Cem Evleri yasal olarak ibadet yeri görülmüyor. Resmi siyaset korunarak alevilik, bektaşileştirilmek isteniliyor, oradan da Diyanet´e bağlanmanın hazırlıkları yapılıyor.Öyle görünüyorki bazı Aleviler bu siyasetin unsuru olmak istiyorlar. Bu aleviliğin tam olarak bitirilmesidir. Türk-Islam Sentezi´nden sonra Türk-Alevi Sentezi´dir.
Devlet´in laikligini nasıl anlamalıyız?
Devlet dinler karşısında tarafsız olmalıdır. Hiç bir dine destek vermemelidir. Burada azınlık ya da çoğunluk olmanın bir anlamı yoktur. Din kişinin vijdanına bırakılmalıdır. Kişi neye inanıyorsa, nasıl istiyorsa öyle yapmalıdır. Devletin kişilere doğru din budur, doğru ibadet budur deme hakkı olmamalıdır.Demokratik bir devlet, din adına kişi hak ve özgürlükleri kısıtlanıyorsa, öteki inançlara baskı yapılılıyorsa, dini bir rejim kurulmak isteniyorsa devreye girmelidir.Ama din de siyasetten elini çekmelidir. Somut konuşalım. Müslümanlar şeriat rejimi isteklerinden vazgeçmelidirler. Devletin dini kontrol etmesi, baskı altına alması ne kadar sakıncalı ve yanlışsa, dinin devleti kontrol etmesi de o kadar yanlıştır. Müslüman kesimin "Baş örtüsü" vesilesiyle gündeme getirdiği haksızlık desteklenmelidir. Ama bu kesime şunu demeliyiz: Devletin size tanıdığı ayrıcalıklara karşı çıkmıyorsunuz. Hatta bu ayrıcalıkların genişletilmesini istiyorsunuz. Tutarlı iseniz, gerçekten demokratik bir anlayışa sahipseniz, size tanınan ayrıcalıklara da karşı çıkmalısınız. Ayrıca öteki dinlere yapılan baskılara da karşı çıkmalısınız. Devletin dini olmaz. Aslında siyasetin de dini olmaz. Din kişinin, toplumun manevi dünyasına bırakılmalıdır.Belli bir grup ya da kişi dininden dolayı baskı görüyorsa, bu baskıya karşı çıkmak gerekir. Din ve kimlik ilişkisi de her durumda aynı değil. Ezilen halklarda din çoğu durumda halkın kimliğiyle iç-içe geçmiştir. Alevilerde bunu görebiliriz. Yanılmıyorsam Ermeniler, Asur-Süryaniler de bu konuma sahipler.Bizim aleviligimiz de kültürümüzle, dilimizle iç-içedir. Kimliğimizin önde gelen unsurlarından birisidir. Dualarımız, dinsel söylencelerimiz, ziyaretlerimiz yerlidir. Dilimizdedir. Zaza olarak kimliğimizi Aleviliğin dışında görürsek, Zazalığın tarihsel, kültürel temellerinden birisini inkar etmiş oluruz. Halkımız bunun bilincinde olarak Zazaca´ya Xızır Dili demiştir. Öte yandan Aleviliğimizi Zazalıktan ayrı düşünürsek, kendi elimizle Bektaşi-Müslüman karması, Cemal Sener-Reha Camuroğlu çizgisinde Alevilikten başka her şeye benzeyen Müslümanlığa ve Türklüğe giden yolun taşlarını döşeriz.
Ulusal Kimlik
Zazaların varlığını kabul etmeyen çevreler haliyle ulusal kimliğimizi de kabul etmiyorlar. Zazalar hep Kürt ve Türk kimliği içinde gösterilmek isteniliyor. Türk tezi fazla taraftar toplayamadı. Nihayetinde bu bir devlet milliyetçiliğidir. Zazaların Türklerle ne etnik, ne tarihsel, ne dilsel ve kültürel hiç bir ortak yanı yok. Zazalar yakın tarihte Türklerin ağır saldırılarına maruz kaldılar. 1921, 1925, 1937-38 de Zaza bölgeleri yakılıp yıkıldı. Halkımız sürgün edildi. Zaza önderleri katledildiler. 1921 de, 1925 de büyük katliamlar yapıldı. Türk Devleti 1937-38 de Dersim´de onbinlerce insanımızı katlederek Ermeni Soykırımından sonra Zaza Soykırımını gerçekleştirdi. Dersim´i yasak bölge ilan etti. Geriye kalan halkımızın büyük bir bölümünü sürgün etti. Kimlik tartışmaları yapılırken bu olgular da mutlaka dikkate alınmalıdır.Kürtlerle yan yana, iç-içe yaşıyoruz. Dillerimiz birbirine yakın. Kürt ülkesinin de Zaza ülkesi gibi Türkler tarafından işgal edilmesi halklarımız arasında belli bir yakınlık yaratmıştır. Ulusal kimlik temelinde Kürtler, Zazalardan önce örgütlendiler. Bu durum çok yönlü olarak tartışılabilinir. Ama bana göre Kürtlerin ulusal kimliklerinin belirginleşmesinde Osmanlılar döneminde sahip oldukları ayrıcalıkların büyük rolü var. İdris-i Bitlisi döneminde kurulan Kürt-Osmanlı ittifakı Kürtlere yerel otonomi sağlamıştı. Kürt Beylikleri kendi bölgelerinde tek yöneticiydiler. Bu gelişme Kürtleri öne geçirdi. Kürtlerde kimlik bilincini güçlendirdi. Kürtler, Asur-Süryanilere, Ermenilere, Zazalara göre egemen konumundaydılar. Osmanlı, Kürt beyliklerini sınırlayıp, tasviye etmek isteyince Kürtlerin direnişiyle karşılaştı. Modern Kürt ulusçuluğunun kaynağı burasıdır.Zazalar benzeri bir ayrıcalığa sahip olamadılar. Zaza bölgeleri Osmanlının direkt yönetimi altındaydı. Ya da Osmanlı adına buraları Kürt Beylikleri yönetiyordu. Beyliklerin kalkmasından sonra bunun yerini Hamidiye Alayları aldı. Zazaların nispeten özgür yaşayabildigi tek yer Dersim´di. Osmanlının işgal edemediği Dersim´i TC. 1937-38 katliamı ile işgal etti.Kürt aydını, politikacısı Osmanlı döneminden kendisine miras kalmış ayrıcalıklarını Zazalara karşı korumak istiyor. Bütün çabalarımıza, iyi niyetli önerilerimize rağmen ısrarla "Zaza Kürdü" görüşünden vazgeçmek istemiyorlar. Irak´da Kürt Devleti kuruldu. Kürtler açısından tarihi bir gelişmedir. Ezilen ulustan, özgür ulusa geçiştir. İçi boş anti-emperyalizm masalını dikkate almamak gerekir. Hemen hemen bütün ulusal hareketler neticede dış güçlerin yardımı sonucu başarıya ulaşmışlardır. Yardım edenin Amerika ya da Sovyet Rusya olması işin özünü değiştirmez. Kürt Devletinin kurulması bölge halkları için de iyidir. Bölgede güç dengelerini değiştirmiştir. Önümüzdeki yıllarda daha da değiştirecektir. Öte yandan bölge ülkeleri eskisi gibi inkar ve imha politikalarını sürdüremezler. Politikalarını esnekleştirmek zorundalar. Bölge halkları da Ortadoğu´nun ceberrut rejimlerine karşı başarıya ulaşılabileceğini gördüler. Önümüzdeki dönemde Beluclerin, Zazaların, İran´da Azerilerin, bölgenin öteki ezilen halklarının mücadelesi ivme kazanacaktır. Güney´de Kürt Devletinin kurulmasıyla beraber Kürt milliyetçiliği Zazalara karşı devlet milliyetçiliğine dönüştü. Zaten PKK objektif olarak bu konumdaydı. Kürt Devleti geçen yıl Avrupa´dan, Türkiye´den kendini "Zaza Kürdü" gören bazı hemşerilerimizi Güney´e çağırdı. "Zazaların halis-muhlis özbe öz Kürt oldukları" tezini çağırdıklarına tekrarladı. Benim bildiğim kadarıyla Güney´de Zaza yok. Bu telaş niye. Anlaşılan bunlar gelişmenin yönünü görüyorlar. Zazaların giderek kendi ulusal kimliklerine sahip çıktıklarını, örgütlendiklerini görünce, kendince önlem alıyorlar. İlginc olan, Güney´e giden "Zaza Kürtleri" Kurmanci´nin Soranca karşısında ikinci konuma düşürülmesine çok üzüldüler. Ama kendi ana dillerinin yok sayılmasına, inkar edilmesine seslerini çıkartmadılar. Ne diyelim, kişi bir kez bağımsız kimliğini kaybettimi, ulusal kimliğini küçük görüp, başka bir kimliğin parçası haline getirdimi, kolay kolay kendine gelemez.Zazalarda ulusal kimlik bilinci güçlü değil. Başkalarının ulus ötesine geçmeyi tartıştığı bir dönemde biz yeni yeni sorunlarımızı tartışıyoruz. Geç kaldığımız zaten biliniyor.Zaza ulusal kimliği üç tez üzerine kurulabilinir. Zazalar herhangi bir halkın parçası, alt bölümü değildirler. Zazalar göçlere, sürgünlere rağmen kendi tarihsel topraklarında yaşıyorlar. Zazaların da bir ülkesi var. Zaza sorunu bu anlamda toprak sorunudur. Bu objektif temelden şu çıkar. Zaza halkı kendi kendini yönetmelidir.
Zaza Ülkesi
Her halkın ülkesi, vatanı var. Göçmen halklar, toprak bütünlüğü olmayan halklar hariç (mesela Çingeneler, Diasporadaki Yahudiler, Avrupa´daki Göçmenler), yerleşik halkları ülkeden ayrı düşünemeyiz. Halklar ister egemen, isterse ezilen konumda olsunlar yaşadıkları bir toprak parçası var. Bu ülke, anavatan olarak adlandırılıyor. Kimliğin oluşmasında tarihsel toprağın çok önemli bir yeri var. Direnişler, yenilgiler, kahramanlıklar hep ülkeyle birlikte anılıyor. Aslında belli bir toprakla birleşmemiş ulusal özgürlük, hemen hemen mümkün görünmüyor. Ülke, ulusun da, özgürlüğünün de olmazsa olmazıdır.Halkımız bölgenin yerleşik halklarından birisidir. Binlerce yıldır biz bu topraklarda yaşıyoruz. Bu toprakların her karışında bizim izlerimiz var. Kabaca Gerger´den Gümüşhane´ye, Varto´dan Sivas´a uzanan topraklar Zaza Ülkesi´dir. Ben harita çizmiyorum. Elimde kesin sınırlar yok. Yaşadığımız toprakların yaklaşık bir resmini vermek istedim.Zazalar kendi dillerinde yaşadıkları yere Welatê Ma, Hardê Ma, Welatê Dımıliyan diyorlar. İç Dersim´in Alevi Zazaları yaşadıkları yere Kırmanciye diyor. Kırmanciye aynı zamanda bir dönem, Türk işgalinin olmadığı Kırmancların kendi kendilerini yönettikleri zaman dilimi anlamında da kullanılıyor.Türkçe´de Zazaların yaşadığı yere Zaza Ülkesi denilebilinir. Bazı arkadaşlarımız Farsça´dan hareketle Zazaistan da diyorlar. Bana göre yanlış değil.Neden yanlış olsun? Fars´ın, Kürd´ün, Türk´ün ülkesi oluyor da, Zaza´nın niye ülkesi olmasın?Zazaların yaşadığı bir toprak parçası yok mu?Bazıları Zazaistan, Zaza Ülkesi, Zaza Land demeyin diyorlar.Peki siz söyleyin! Siz ne diyorsunuz?Hadi diyelim sizin köyünüz, aşiretiniz Zaza Ülkesine dahil değil.Palulu, Çewlikli, Gergerli, Çermikli ya da Piranlı Zaza´nın bir ülkesi yok mu?Onların yaşadığı yere ne ad veriyorsunuz?Anlamadığım bir şey var. Kürdistan, Arabistan, bilmem ne istan oluyor da, Zazaistan neden olmasın? Bu isime neden bu kadar tepki duyuluyor?Benim görüşümce tepki Zazaistan´ın sözlük anlamına değildir. Bunların tepkisi Zaza´nın da bir ülkesinin olmasınadır. Zaza sorunu ülkeden ayrı düşünüldüğünde, sorun kişisel haklara iner. Zaten rejimin yapmak istediği de budur. Bu resmi dilde şöyle açıklanıyor. Üniter devleti bozmaya gerek yok. Kişisel hakları tanıyalım. İsteyen özel dil kursları açsın. İsterse kendisine Zaza ya da Kürt desin. Türkiye üst kimliğinde Zaza, Kürt, Laz orjinli vatandaş olarak yaşasın.Bunun bir çözüm olmadığı, aksine eski yapının yeni koşullarda yaşatılmak isteği olduğu yeterince açıktır. Uluslar özgürleşip, kendi yönetimlerini kuramadıkları müddetçe ulusal sorun çözülemez."İstan" Farsça toprak parçası, ülke, belli bir özelliği, türü içinde birleştiren yer anlamında kullanılıyor.Mesela Farsça´da Daristan, Orman anlamına geliyor.Kürtlerin yaşadığı yer Kürdistan, öteki halkların ülkesi Belucistan, Loristan, Afganistan, vb. olarak adlandırılıyor. Zazaların yaşadığı yere, tarihsel topraklarına Farsça´dan hareketle Zazaistan demek yanlış değildir.Siz bunun neyine itiraz ediyorsunuz?Kulağınıza mı hoş gelmiyor?Zazaistan´a karşı çıkanlar, Kürdistan´a, Türkiye adlandırmalarına pek karşı çıkmıyorlar. Mesela Dersim Forumu´nda Zaza yurtsever çevrelerinin astığı bir yazı, "içinde Zazaistan geçiyor" diye kaldırılmıştır. Ama aynı sitede Dersim´e Kürdistan diyen yazılara hoşgörü gösteriliyor. "Kurdistan Welatê Mao, Dersim Warê Mao" gibi tezleri müzik eşliğinde tekrarlayan Ali Kılıç´ın yazısı duruyor. Dersim´i Kürdistan´ın bir parçası olarak gören, Zazaları Kürt yapan, Dersim´in çoğunluğunun Kurmanci konuştuğunu yazan Sayın Evin Çiçek´in yazısı da bu sitede korunuyor.Zaza Ülkesine, Zazaistan´a karşı çıkanların bir başka itirazları da şu. Bu topraklarda sadece Zazalar yaşamıyor. Daha çok da İç Dersim´deki bazı Kürt aşiretleri örnek verilerek, Kürtlerin de yaşadıkları, bunun için Zaza Ülkesi denilemiyeceği öne sürülüyor.Benim bildiğim kadarıyla ülkemizde Zazaların dışında Kürtler, Ermeniler, Türkler de yaşıyorlar. Bu sadece Zaza ülkesine özgü bir durum da değildir. Hemen hemen her ülkede farklı halklar birlikte yaşıyorlar. Saf ülke yoktur. Olamaz da. Sadece faşistler, ırkçılar böyle hayellerin peşinde koşuyorlar. Yahudiler, Ermeniler bu tip faşist ırkçılığın hedefi oldular. Halkımız da Türk ırkçılığının hedefi oldu.Bu topraklarda halklar da, ülkeler de iç içe geçmiş. Asur ülkesinin, Kürt ülkesinin, Ermeni ülkesinin, Zaza ülkesinin kesin, değişmez, mutlak sınırları yok. Kürd´ün Kürdistan dediği yere, Asurlar Asur ülkesi ya da Ermeniler, Ermenistan diyebilmektedir. Zaza ülkesi de Kürt ve Ermeni topraklarıyla iç içe geçmiş. Bundan rahatsızlık duymaya da gerek yoktur. Saf ülke, mutlak yönetim, ele geçirme bizden uzak olsun. Halklar özgürce kendini yaşayabilir, kendini yönetebilirlerse aynı topraklarda yan yana yasayabilirler.Bizim anlayışımız kısaca şudur. Zaza ülkesinde yaşayan herkes özgürce dilini-dinini, kendini yaşamalı, örgütlenmeli, bulunduğu alanlarda yönetimde temsil edilmelidir. Bu sadece Alevi Kürtler için değil, bizimle birlikte yaşayan bütün halklar için geçerlidir. Herkes ne ise, o olmalıdır. Kimseyi ne zorla ve ne de "iyilikle" Zaza yapmak istemiyoruz.
Zazacı mıyız?
"Zazacılık" bizim kendimizi adlandırmamız değildir. Dışımızda bize takılan bir isimdir. Dersim kökenli Türk solcularının ve Kürt milliyetçilerinin Zaza yurtseverliğini tanımlamasıdır. Aslında bunlar kendi milliyetçiliklerini, Zazalarda arıyorlar. Ulusal-demokratik Zaza hareketinin bütün kesimleri demokratik bir çizgiye sahip. Öteki halklara karşı, küçümseme, inkar, düşmanlık yok. Zaza aydınları, Zaza Çevreleri, Zazaların özgürlüğü mücadelesini veriyor. Ezilen, inkar edilen bir halkın mücadelesini böyle adlandırmak, en azından dostça değildir. Zaman zaman kişisel düzeyde bazı Zaza aydınları, "Zazacı" terimini kullanıyorlar. Bunun bilinçlice kullanıldığı kanaatinde değilim. Bu biraz da tepkiselliğin sonucudur. Kendini savunmak güdüsüyle, başkalarının bize atfettiği "Zazacılık"a da sahip çıkılıyor."Cılık, Culuk" Türk milliyetçiliğinin mirasıdır. Türk milliyetçileri kendilerini Türkçü görüyorlardı. Hala da aynı çizgideler.Türk milliyetçiliği ırkçıdır. İnkarcıdır. Yayılmacı, emperyalisttir. Bunlar Türkten başka herkesi kendilerine düşman görüyor. Öteki halkları Türkleştirmek istiyorlar. Türk milliyetciliğinin sicilinde Ermeni, Asur, Rum, Kürt, Zaza halklarının inkarı, katliamı var. Türkçülük bunlara yakışıyor.Türkçüler, Kürt ulusal hareketine "Kürtçü" dediler. Böylece ezilen bir halkın haklı ulusal davası aşağılanıp, ırkçı gösterilmek istendi. Ama benim bildiğim kadarıyla ne Kürtler ve ne de öteki halkların demokrat-ilerici kesimleri bu tanımlamayı kullanmadı. Tüm yanlışlıklarına, halkımıza yönelik inkarcılığa rağmen, Kürt hareketi "Kürtçü" olarak adlandırılamaz.Kürt milliyetçilerine yönelttigimiz eleştiri, Kürtlerin özgürlük mücadelesini haklı görmediğimiz anlamına gelmez. Kürtlerin özgürlük mücadelesi tüm zaaflarına rağmen bütün halklar için bir kazanım olarak görülmelidir. Bizim eleştirimiz Kürt milliyetciliğinin, Türk milliyetciliğinin yoluna girme eğiliminedir.Biz Zaza yurtseverleriyiz. Sosyalistiyle, demokratıyla, dindarı, dinsizi ile halkımızın özgürlüğünün mücadelesini veriyoruz. Kimsenin ülkesinde ya da toprağında gözümüz yok. Başka halkların kültürüne, tarihine, bugününe saygılıyız. Mücadelemize "Zazacılık" damgasının vurulmasını hakaret sayarız.
Zaza Dili
Dilimiz yaşayan tarihimizdir. Neredeyse elimizde sadece dilimiz kaldı. O da yaralı, baskının, inkarın sonucu olarak eskisi gibi aktif olarak kullanılamıyor.Zazaca´ya yönelik araştırmalar nispeten arttı. Zazaların kendileri dillerine sahip çıkmaya başladılar. Bu sadece aydınlar düzeyinde olsa da, giderek halka yayılacaktır. Nitekim müzik alanında kitlesellik yaşanıyor. Gençlerimiz Zazaca müziğe büyük ilgi gösteriyorlar. Bu gelişme umutlarımızı artırıyor.Ama dilimize yönelik Türk ve Kürt iddiaları devam ediyor. Dillerin özgürlüğü tartışılırken hep Kürtçe öne çıkarılıyor. Zaman zaman Zazaca´nın özgürlüğüne de vurgu yapılmakla birlikte, Zazaca Kürtçe´nin lehçesi bağlamında gündeme geliyor.Türkiye´nin anlı şanlı demokratları, Kürt sosyalistleri, demokratları, kendilerine enternasyonalist, bilmem ne diyen Marksist solcular bu konuda ya susuyorlar, ya da "Kürtçe´nin Zazaca lehçesi masalı"nı tekrarlıyorlar.Dilimize biz kendimiz sahip çıkmalıyız. Başka dillerde de yazabiliriz. Ama siyasetin dili, edebiyatın dili, iletişim dili temelde Zazaca olmalıdır. Tekniğin ilerlediği bir çağda dilimizde yazılı ve görsel yayın yapmalıyız. Bunu başkaları bizim yerimize yapacak değiller. Bu bizim işimiz. Politik farklılıklarımız olabilir, bunları koruyabiliriz. Farklılıklarımız ortak ulusal projelerin önünde engel olmamalıdır.Dilimiz bizi birleştirip devamlılığımızı sağlayabilecek tek araçtır.Dilimiz kimliğimizin de vazgeçilmez temelidir.Zazaca´yı bütün dillere eşitlik istiyorum, herkes nasıl istiyorsa öyle konuşsun anlayışı ile de koruyamayız. Sorun bütün dillere eşitlik istemek soyutluğunda ele alınamaz. Elbette bütün dillere eşitlik istemeliyiz.Ama biz Zazayız. Bizim dilimiz öteki dillere göre tehlikede. Koruma altında değil. Kürtçe, Ermenice, Süryanice kendini kurtardı. Ya da kurtarabilir. Kürtçe ve Ermenice devlet dilleridir. Süryanice ibadet dilidir. Kilise varlığını korudukça Süryanice, konuşulan bir dil olarak kalacaktır.Zazaca´nın durumu öyle değil. Eskiden dilimiz Dersim´de ibadet diliydi. Bu Zazaca için iyi bir temeldi. Şimdi öyle değil. Zazaca´yı koruyan bir devlet de yok. Zazaların neredeyse hepsi Zazaca´nın dışında başka bir dili de kullanıyor. Hatta Zazaca Türkçe ve Kürtçe´nin karşısında ikinci konuma gelmiş dersek yanlış olmaz.Soyut belirlemeler üzerine politika yapılıp, mücadele verilemez. Yapılırsa da istenilen sonuç elde edilemez.Zazalar ister Cami´ye, ister Cem Evi´ne gitsinler bu durumu unutmamaları gerekiyor.Dilimizi korumak istiyorsak, dilimize yönelik "lehçe" iddialarını red etmeliyiz. Bunu bir hakaret, aşağılama, dilimizi hor görme, küçük düşürme olarak ele almalıyız. Bu konuda esneme olmaz. Dilimiz kimliğimizdir, tezine garip itirazlar geliyor. Internet´te okudum. Deniliyorki, "Dersim´in Kürtçe konuşan köylüsü, Zazaca konuşan Dersimliye dilinden dolayı bir şey demiyor."Nispeten doğru bir tespit. İyiki demiyor. Aslında demiyordu. Dil ulusal hareketle birleştikçe, iktidara yöneldikçe sorun belirginleşiyor.Kürt köylüsü bir şey demiyor(du), ama Kürt siyasetçisi en azından son yüz yıldır dilimize yönelik "lehçe" iddiasını tekrarlıyor. Bunu sadece Diyarbakır ya da Muş kökenli Müslüman Kürt siyasetcisi yapmıyor, Dersim´li sosyalist Kemal Burkay da yapıyor.Kürtler arasında Zazalar üzerine oluşmuş geniş bir ortaklık var."Zaza´nın Kürt, Zazaca´nın da lehçe" olduğunu Kemal Burkay´da, Şerefettin Elçi´de, Hizbullah´dan ayrılan Menzil grubu da, Öcalan´da, Yasar Kaya´da savunuyor.Kürt köylüsü ve halkı Kürt ulusal hareketi ile birleştikçe aynı yörüngeye giriyor, aynı görüşün savunucularına dönüşüyor. Kürt Ulusal Hareketi Kürt ve Zaza halkı arasındaki yakınlaşmayı, dostluğu engelliyor.Halklar arasında yakınlık, dostluk isteniliyorsa, halkların diline, kültürüne karşı saygılı olmak gerekiyor. Bir halkın varlıgı, özgürlügü inkar edilerek ne dostluk kurulabilinir ve ne de karşılıklı destek aranabilir.
Kırmanc-Dımıli-Ma-Zaza
Halkımız kendini degişik bölgelerde farklı isimlerle adlandırıyor. İç Dersim´de Kırmanc, Güney´de Dımıli, Palu´da, Sivas´da, Kars´da Zaza, Varto´da Ma ya da Alevi olararak adlandırıyor. Ayrıca bazılarının iddia ettiğine göre Çewlig´de de kendine Kırd diyor.Bu isimlendirmeler hepsi de bizim isimlerimizdir. Bize aittir. Oluşumları, nedenleri araştırılıp tartışılabilinir. Neticede bu bizim gerçekliğimizdir.Halkımızın kendini farklı adlandırması vesile edilerek bunun üzerinden halkımıza karşı politika yapmak isteyenler var.Zazaların bağımsız ulusal kimliklerini inkar eden "KürtZazalar" Kırmanc ismini öne çıkarıyorlar. Neden Dımıli veya Zaza değil de Kırmanc?Çünkü, Kırmanc, Khurmanc´a yakın. Bunlar bir kere kafalarına koymuşlar. Ne olursa olsun, Zaza´yı Kürtleştirmek istiyorlar. Kırmanc´ı sevmeleri de burdan geliyor. Aslında Kırmanc´ı değil, Khurmanc´ı seviyorlar. Kırmanc bunlar için bir geçiş oluyor. Bazıları da Zaza olmasında ne olursa olsun mantığıyla sadece Kırmanc´ı alıyorlar. Son dönem de Kırmanc´ı bir ayrıntıya indirgediler. Bunun yerine Dersim diyorlar. Dersim diye Kürtleri, Türkmenleri, Kırmancları hep beraber yeni bir millet yapıyorlar.Bunlara göre de etnik köken, dil o kadar önemli değil. Önemli olan bir dine ait olmak. Farklı etnik kökenleri, ayrı dilleri olanları bir millet olarak görmek ne kadar doğrudur, diye bunlara soramazsınız. Neymiş, Aleviler yetmiş iki millete de bir gözle bakıyorlarmış.İnsanın sorası geliyor. Siz hangi gözle bakıyorsunuz? Etnik kimlik veya dil önemli değildir demek, asimilasyon sürecindeki Alevi Zazaları Türk ya da Kürt kimliği içinde eritmektir. Türkün devleti var. Türkçenin, Türklerin ulusal açıdan bir sorunları yok. Kürtler de giderek özgürleşiyorlar. Ulusal kurumlarını oluşturdular. Güney´de Kürt Devleti de kuruldu. Etnik kimlik, dil önemli değildir demek, Alevi Zazaları bitirme söylemidir.Alevi olmak bir ulus olmak için yeterli ise, o zaman sadece Dersimli Aleviler değil, Tokatlı, Yozgatlı, Amasyalı, Balıkesirli ve öteki Alevileri de hep birlikte bir ulus olarak görmelisiniz. Sizin mantığınızla bulunduğumuz bölgede en fazla üç ulus var. Müslüman ulusu, Alevi ulusu, Hıristiyan ulusu.Ama olgular böyle mi?Aynı dine ait olmak insanları birbirine yaklaştırabilir. Toplumların yaşamını sadece din belirlemiyor. Etnik köken, dil, ekonomik çıkarlar gibi olgular da var. Hatta din ikinci plana düşmüştür, dersek yeridir.Ayrıca farklı etnik kökenlere sahip olan Müslümanlar da, Aleviler de dinsel kimliklerini, ulusal kimliklerinin yerine geçirmiyorlar. Bu Kürt Alevisi için de, Türk Alevisi için de geçerlidir. Türk ve Kürt müslümanlar da bu konumdalar.Zazaların alevi ya da müslüman olsun kendi ulusal kimliklerine sahip çıkmaları gerekiyor. Farklı isimlendirmeler bir sorun olarak görülemez. Ayrıca bu isimlendirmeler birbirine karşı da çıkartılamaz. Önemli olan içerde ve dışarda halkımızın kendini tanıtabilmesidir. Zaza isminin öne geçmesi ve daha çok tanınması, bilinmesinden dolayıdır. Birlikte yaşadığımız halklar, bölgeye ilgi duyan araştırmacılar, uluslararası kamuoyu bizi Zaza olarak tanıyor. Bizim de kendimizi böyle adlandırmamız çok normaldır.Buna rağmen isteyen, istediği ismi kullanabilir. İstiyorsa kendine sadece Kırmanc ya da Dımıli der.Öyle zannedildiği gibi Alevi Zazalar kendine her yerde Kırmanc demiyorlar. Varto´da Ma ya da Alevi, Kars´da Zaza, Sivas´da, Kayseri´de Zaza ya da Dımıli diyorlar. Kırmanc ismi sadece İç Dersim´e aittir. İç Dersim´de de Bamasuru, Kuresu, Dewres Cemalu aşiretleri kendini Kırmanc görmez. Kendi dışındakilere Kırmanc der.Farklı isimlendirmeleri çok tartıştık. Bir dönem Kırmanc-Zaza isimlendirmesi üzerine geniş bir konsensus da oluştu. Kırmanc-Zaza tanımlaması da bazı karışıklıkları birlikte getirdi. Kırmanc-Zaza dediğimizde dışımızdaki kesimler bunu Kürt-Zaza ittifakı olarak anladılar. Bazıları da bunu Alevi Kürtlerle, Alevi Zazaların birliği olarak anladı.Kendimizi rahatlıkla tanıtabilmek, aynı etnik kökene sahip, aynı dili konuşan toplumu ifade etmek için Zaza demek doğrudur.Farklı isimlendirmelere gelen garip itirazlardan birisi de Hakkı Çimen´e ait. Hakkı Çimen´e göre Kırmanc´ı Kürt seyyar satıcıları, hayvan tacirleri, Sait Kırmızıtoprak ve Nuri Dersimi İç Dersim´e getirmiş. H. Çimen´in zaman zaman böyle garip iddiaları oluyor. Bir kaç satıcının ve bazı politik şahsiyetlerin bir topluma isim taşıyabileceklerini söylemek akıl mantık işi değil. Defelarca söylendi, yazıldı. Hakkı Çimenín de olduğu toplantılarda dile getirildi. Kırmanc denildiğinde genellikle Zazaca konuşan aleviler anlaşılır. Bu terim her zaman aynı anlama da gelmeyebilir. Ama şurası kesin. Kırmanc´ın Kürtle hiç bir ilgisi yoktur. İç Dersim de Kürtlere Khurr, dillerine de Kırdaski denilir.Kırmanc, Dımıli, Zaza adlandırmalarının anlamları, ortaya çıkmaları, zaman içinde değişime uğramaları araştırılmak isteniliyorsa soruna ciddi olarak yaklaşmak gerekiyor. Tarihsel gelişme etnik ve dini boyutuyla araştırılmalı, birlikte yaşadığımız halkların gelişmesi de incelenmelidir.Bizi bu kelimelerin sözlük anlamları, nasıl ortaya çıktıkları fazla ilgilendirmiyor. Konuyu uzmanlarına bırakmak gerekiyor. Bilgi ve belge olmadan kuru iddialar ortaya atmak yanlıştır.
Dersim
Dersim´i Tunceli yapmak isteyen TC. amacına ulaşmak üzere.TC. Tunceli Kanunuyla iki şeyi gerçekleştirmek istemişti. İlki Dersim´i ele geçirmek, ikincisi Türkleştirmekti. Ele geçirmeyi soykırımla gerçekleştirdi. Türkleştirmeyi ise sürgün, okul ve kışla eliyle gündeme koydu.Dersim´in kadim dilini zaten yasaklamıştı. Her köye bir okul açtı. İç Dersim´i askeri kışlaya çevirdi. Dersim´in etnik kimliğinin değiştirilebilmesi için Dersim´in dininin de değiştirilmesi gerekiyordu. Aleviliği de yasakladı. 1925 Şıx Sait Direnişi vesilesi ile çıkartılan Tekke ve Zaviyeler kanunu ile Alevilik yasaklanmıştı.1937-38 Direnişi ve Soykırımının üzerinde 70 yıl geçti. Bugünü anlayabilmek için 38 öncesi ve sonrasınını karşılaştırmak gerekiyor. Buna ben eski ve yeni Dersim´in karşılaştırması diyorum.Kısaca eski Dersim nasıldı?Dersim (iç Dersim) fiili olarak özerkti. Devletin etkisi kasaba merkezleri ile sınırlıydı. Buralarda da pratikte karşılıklı bir anlaşma vardı. Devletin hükmü karakolların kapısının dışında bitiyordu.Dersim kendi içinde aşiretlere bölünmüştü. En büyük sosyal-askeri örgütlenme aşiretti. İç ve dış politika genellikle aşiretlerin çıkarlarına göre şekilleniyordu.Dersim hukukunu Cemaatlerde Pir-Rayver ve aşiret liderleri belirliyordu.Dersim´in iletişim ve ibadet dili Zazaca´ydı. Dersim´de yaşayan Alevi Kürtler, hatta Müslüman Türkler de Zazaca´yı en azından görüşmelerde, ticarette kullanıyorlardı. Dersim´in dili çevreye de yayılıyordu. Nitekim Fevzi Çakmak 1930´daki bir raporunda önlem alınmazsa Dersim´in dilinin (O, dili Kürtçe olarak adlandırıyor) Erzincan´da da birinci dil olacağını söylüyordu.Bugünkü Dersim nasıl?Dersim´in her noktası işgal altında. Devletin işgalinin yanısıra öteki askeri güçler de Dersim´de belli bir kontrol kurmuşlar. Biliniyor, ama yine de adıyla belirtelim. PKK ve Türk Solu´nun da askeri güçleri var.Aşiretlerin eski örgütlenmesi ve gücü kalmamıştır. Bir aşirete ait olmak fazla bir şey ifade etmemektedir. Aşirete ait kollektif kimliğin yerine, büyük oranda kişisel tercihler öne geçmiştir. Aşiretin dağılmasının ardından yeni kollektif bir kimlik oluşmamıştır. Bugünkü problemlerin, yabancılaşmanın kökeninde başka şeylerin yanında bu etmen belirleyicidir.Dersim´in hukukunu devlet, Kürt Hareketi ve Türk Solu etki ve güçleri oranında belirliyor. Dersim´de Karakol-Kürtkol-Solkol yönetimi var.Dersimín iletişim dili hemen hemen Türkçe olmuş. İbadet dili olarak Zazaca kullanılmıyor. Son yıllarda Zazaca dualar, dinsel söylenceler yazılı hale getirildi. Aleviliğin Dersim rengi biraz açığa çıktı. Burada özellikle Munzur Comert´in çabalarını övgüyle anmam gerekiyor. Zaman zaman Zazaca Cemler düzenleniyor. Ancak bunlar çok sınırlıdır. Tunceli Kanununu yazanların yolundan gidenler bunu engellemek istiyorlar.Dersim hemen hemen boşaltılmıştır. Dersim köyleri yeniden yakılıp yıkıldı. Dersimliler bir kez daha sürgüne mecbur edildiler. Savaş, her türlü terör ekonomik hayatı felce uğratmış, İç Dersim, toplama kampını andırır bir hale gelmiştir.Dersim´in sorunları, çözüm yolları tartışılırken bu tabloyu göz önüne getirmeliyiz.Soyut bir Dersim tartışmasının anlamı yoktur.Tarihi Dersim´i eski haliyle yaşamamız mümkün görünmüyor. Tarihsel hafızayı canlı tutarak geleceği bugünden kurmanın yollarını aramalıyız. Bununla ilintili olarak Avrupa´da kurulan Dersim Cemaatlerini önemsemeliyiz. Cemaatler dilimizi, kültürümüzü yaşatmanın, örgütlemenin merkezleri haline gelmelidir. İç Dersimliler üzerinde etkisi zayıflayan Türk Solu´nun ve Kürt milliyetçilerinin Cemaatler üzerinden güç toplama ve gündem değiştirme çabalarına karşı çıkmalıyız.
Şıx Sait Direnişi ve Dersim
Şıx Sait Direnişi 1925´de gerçekleşti. Direniş üzerine her kanattan islamcılar, Kürt milliyetçileri, bazı yabancı araştırmacılar yazıp konuşuyorlar. Fakat direniş´in ana gücünü oluşturan Zazalar konu üzerinde yoğunlaşmıyorlar. Tarihimizi dışımızdakilerden öğreniyoruz dersem, yanlış olmaz.Direnişe ait hafıza kaybolmadan yerinden orijinal derlemeler yapılmalıdır.Dersim ve Şıx Sait ilişkisi nasıldı?Dersim Direniş´de ne yaptı? Önce şunu belirtmeliyiz. Bütün resmi belgelerde Dersim´den çok korkulduğu yazılı. Türk Devleti Direniş´e Dersim´in de katılma ihtimalini göz önünde bulunduruyor.Askeri önlemlerinin yanında, siyasi yöntemleri de devreye sokuyor.Dersimlilerin alevi, Direniş güçlerinin müslüman olmasını kendi lehine kullanmak istiyor. Malatyalı Doğan Dede´yi görevli olarak Dersim´e gönderiyor. Bütün propagandalarına rağmen Dersim Direnişe karşı harekete geçmiyor. Mazgirt- Palu sınırında küçük çaplı çatışmalar yaşanıyorsa da, bunun ne askeri ve ne de siyasi olarak fazla bir önemi görülmüyor. Ki çatışmaya taraf olan esas olarak Şadili Necip Ağadır. Dersimliliği tartışmalıdır. Sınırda yaşamaktadır. Dersim´in değil, dışarının etkisi altındadır.Devletin Direnişe karşı aldığı önlemler Dersim´i de kapsıyor. Direniş bölegesinde ilk iş olarak sıkıyönetim ilan ediliyor. Dersim de sıkıyönetim bölgesine dahil ediliyor.Direnişin dini motifi vesile edilerek Tekke ve Zaviyeler yasaklanıyor. Dersim Aleviliği de bu yasağın içine alınıyor.Devlet, Palu-Piran´a saldırırken aslında Dersim´e saldırıyordu. Ankara´nın gözünde Dersim´le Piran arasında bir fark yoktu. Devletin Dersim- Palu´ya nasıl baktığını anlamak için TC. Hükümetlerinde Bakanlık da yapmış birisinin bakış açısını aktarmak yeterlidir."Şeyh Said´in Dersim dağlarında yükselttiği mistik sada aslında Cumhuriyet´in canına kastetmiş bir eşkiya narasından farklı değildi. Bu ses, önce hilafeti geri istiyor; sonra, eteğine kapanacağı saltanatın lütfunu özlüyordu. İsmet Paşa, Dersim´i kana boyamıştı. Mor Dersim´in kanı uzun süre koyu aktı." (Yılmaz Karakoyunlu, Üç Aliler Divanı, sf.209, Simavi Yayınları)Şıx Sait Dersim´in de Direnişe katılmasını istiyor. Bu konuda en azından Varto aşiretlerine yapılan çağrılar var.Varto´nun durumu değişik. Varto´da Şıx Sait´in öncü kolu Cibranlılar. Cibranlılarla Varto´nun Alevi Zazaları arasında geçmişten gelen çatışmalar var. Cibranlılar Hamidiye Alaylarına dahildiler. Bölgede Osmanlı´nın idari ve askeri temsilcisiydiler. Varto´daki Alevi Zazaların Şıx Sait´i desteklememelerinin en önemli sebebi budur.İç Dersim Direniş karşısında sessiz kalmıştır. Bunun ana nedeni Direniş´in taleplerinden birisinin de Şeriat olmasıdır. Yine de Qocan(Semku, Resku, Qocu) direnişe destek için 22 Şubat 1925´de Çemişgezeg´e saldırmıştır. Hesen Xeyri de Elazığ´da Direniş önderleri ile görüşmelerde bulunmuş ve bunu Xozat Aşiretlerine bildirmiştir. Hesen Xeyri Direnişi destekleme taraftarıydı. Nitekim İstiklal Mahkemesi onu da Elazığ´da idam etti.Dersim Direnişe katılmamıştır. Ama Direnişe karşı da çıkmamıştır. Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi, Direnişin islami rengidir. Dersim Alevidir. Şeriat Aleviliği dışlamaktadır. Şıx Sait´in kendisi Alevi karşıtı değildir. Zaten Dersim Aleviliğiyle de ittifak yapmak istemiştir. Yine de Şeriat istemi Dersimliler için kabul edilmesi mümkün olmayan bir istemdir.İkincisi, Direnişe Cibranlıların da ortak olmasıdır. Cibran Hamidiyesi ile sadece Varto´da değil, İç Dersim´de de çatışmalar yaşanmıştır. Cibranlı Xalit Beg Osmanlı adına Dersim´e de saldırmıştır.
Zaza Sorunu
Zaza sorunu ulusal sorundur. Zazalar ulusal özgürlüğe kavuşmadan bu sorun çözülemez. Ulusal özgürlüğün biçimi her zaman ve her yerde bir değildir. Otonomi, Federasyon, Bağımsızlık ulusal sorunda denenmiş siyasal çözümlerdir. Bu çözümlerden hiç birisi de mutlak, değişmez biçim olarak görülemez. Döneme ve koşullara göre ulusların istemleri de değişebilir.Bizim koşullarımızda doğru olan Federasyondur. Kürtler, Zazalar, Türkler federatif bir yönetim altında birlikte yaşayabilirler. Öteki halkların ulusal-kültürel özgürlükleri de bu federasyonda gerçekleşebilir. Halkların birliğinde üst kimlik, alt kimlik olmaz. Üst ve alt varsa, orada eşitsizlik vardır. Bu yeni sorunları da beraberinde getirir.Türkiye´nin demokratlaşması da sorunu çözmez. Ama çözümün önünü açabilir. Çözümü kolaylaştırabilir. Demokrasi ulusal sorunlarda tam çözüm olamıyor. İngiltere ve Fransa´da sağlam demokratik rejimler var. Yine de ulusal eşitsizlikler demokraside de varlığını korudu. İspanya´yı da buna örnek gösterebiliriz. Aynı şekilde İsrail de demokratik bir ülke, ama Filistin´i işgal etmiştir.Zazaların sorunu sadece dil ve kültürel haklarla da çözülemez. Ki bu hakları da gerçek demokrasilerde olduğu gibi uygulamak istemiyorlar. Ulusal sorun, toprak sorunudur. Ulusların kendi kendilerini yönetmeleri sorunudur.Zaza sorunu da Zazaların ulusal-demokratik iktidarı kurulmadan çözülemez.Zazalar sorunun etrafında dönüp-dolaşıp yarım yamalak cevaplarla oyalanmayı bırakmalıdırlar. Çözüm için ondan-bundan icazet almak gerekmiyor. Özgürlüğe bizim ihtiyacımız var. Onun için mücadele etmeliyiz.
CUVABÍ:
--------------------------------------------------------------------------------
PÌYA FORUM
Cevaplar:Dersimin her seyi yanlis zazasitacilarin her seyi dogru oluyor Meso Teso 25.3.2007 17:21 (8)
Sait Ciya'nin usteki yazisi zaten sana bir cevapdir. LA 26.3.2007 18:04 (0)
Ce: Dersimin her seyi yanlis zazasitacilarin her seyi dogru oluyor ARMEN. 25.3.2007 22:16 (5)
Ce: Dersimin her seyi yanlis zazasitacilarin her seyi dogru oluyor Canan G. 26.3.2007 00:26 (4)
Kurtler ezilen millet! Biz Zazalar neyiz peki? LA 26.3.2007 16:54 (2)
Ce: Tam TC´nin resmi söylemini dile getirmissin Canan G. 26.3.2007 23:32 (1)
Celalenmeye gerek yok. Once yazdigim yaziyi iyi anla. Yazdiklarimi da carpitma! LA 27.3.2007 00:47 (0)
CANAN KARDESIM SEN BU ISE DUYGUSAL DAVRANIYORSUN IWES 26.3.2007 07:22 (0)
BRA KATLIYORUM SANA VE HAKLISIN IWES 25.3.2007 07:14 (0)
Guzel bir yazi. Tesekkurler. (n/t) LA 25.3.2007 05:57 (0)
Yasdiklarindan hiç bir sey anlamamissin Sahin 25.3.2007 00:48 (2)
DERSIMLI DOSTU GÖRUNEN DERSIM DÜSMANI SAHINSIN SEN IWES 25.3.2007 07:19 (0)
Hakaret değil, fikir üret Şahin! Forum izleyicisi 25.3.2007 03:43 (0)
FORUM DERSIM
Archives
September 2006
October 2006
November 2006
December 2006
January 2007
February 2007
March 2007
April 2007
May 2007
