DERSIM MAMIKIYE

GÜZEL, RUHU TEMİZ, GECMİŞİNE VE TARİHİNE BAĞLI BIR DERSİM İCIN. HERKESE BASARILAR

Thursday, November 16, 2006

 

TARİHSEL-MODERN EGEMEN TARİH ANLAYIŞI VE BİZANS DÖNEMİNDE ALEVİLER

Dersim Forum
Auteur - yazari: gazi eke Tarih, gün ve saat : 15. Aralik 2006 11:27:12:

9)TARİHSEL-MODERN EGEMEN TARİH ANLAYIŞI VE “ALEVİLİK”GİRİŞTürkiye de Alevilik tarihine bakışta Türk-İslamcı daha doğru bir söylemle Emevi-Sünni bakışı hâkimdir. Bu tarih bakışı açısı Bizans Hıristiyan-Ortodoks, Katolik ve Protestan oryantalist anlayışlarıyla örtüşmektedir.Bu egemen tarih anlayışlardan ilki Aleviliğin Hıristiyanlığın ve İslam’ın sapkın mezhebi olarak görmeleridir. Emevi-Sünni İslam devşirmeci siyasal zemininde “Türk-İslamcı” egemen-tarihçiler Aleviliği, Hace Bektaş Veli ile başlatarak onun Nakşibendî Şeyhi ve yüksek Sünni Ahmet Yesevi’den el aldığını yazmaktadırlar. Hâlbuki Hace Bektaşi Veli Ahmet Yesevi’in çağdaşı bile değildi. Hace Bektaşi Veli, Baba İlyas’ın ikinci derecede önemli halifelerinden biridir ve Baba İshak’tan el almıştır.Aleviliği Sünniliğe bağlayan zihniyetle Şiiliğe bağlayan zihniyet aynı sınıfsal kökenden beslenmektedir. İkisinin de kaynağı sınıflı toplumdur. Bu gün Alevililerin 12 imamların resimlerini evlerinde bulundurmaları mazlumlara destektir. Bu dönemdeki Ali yandaşlarına verilen siyasal destek İslam öncesi alevi tarihinin inkârına dönüştürüldüğü takdirde “ Yolcu Ateşte Yanmak İle Yol Yanmaz” bir insan anlayışından sapmayı gösterir.Ali Şiası zaman zaman İslam karşıtı devrimci hareketlere destek vermiştir. Buyanı ile de o dönemde bulunan devrimci hareketlerden de etkilenmiştir. Fakat Ali Şiası Sünnilik gibi Ortodoks İslam’ın bir parçasıdır. Bu dönemde Abbasiler, Emevi’lere karşı mücadelelerinde sadece Ali Şiası değil diğer ezilenlerle ittifak yaparak iktidara gelmişlerdir. Ezilenler içinde reformcu ve devrimci saflaşma devrimci Batıniler lehine büyümüştür.Batini-Devrimci Serçeşme direniş liderlerinin varlıklarını yok sayarak ve onların tarihte egemen sömürü sistemine karşı göstermiş oldukları destansı kahramanlıkları da düzen-içi hayali kahramanlar yaratarak onlara monte eden zihniyetle onları unutturmaya çalışan zihniyetin sınıfsal kökeni aynıdır. Bu yol yoldan çıkmış bir yoldur. Bu yol onları sadece tarihsel ve modern egemen-sınıflı toplum ile devşirmeci bir toplumsal zeminde “bütünleştirmeye” götürür. Bu Yolu Yakma işine soyunanlar Tarihte Alevi Yolcularını yakanlar ile aynı yoldadırlar. Bizans döneminde bu siyasal durum Hıristiyan-Ortodoks zemininde de ortaya çıkmıştır. Bu günde “Türk-İslam” ya da “Türk”-Sünni veya “Kürt-İslam” ya da “Kürt”-Sünni zemininde ortaya çıkmaktadır. Tüm sınıflı toplum ardıllarının katliamlarına, onların işbirlikçilerinin hile ve entrikalarına rağmen “ Yolcuların Ateşte Yanması İle Yol yanmamıştır. Bu yolda kahramanca mücadele etmiş ve bu “yolu” bugüne taşıyarak Hakka yürümüş, Bizans döneminde Alevi Savaşçı komutanlardan Carbeas ya da Hüseyin Gazi ve Chrysocheir ya da Battal Gazi vardır. Daha gerilere doğru Tahtacı Sergius ve Pir Silvanius vardır.Aleviliğin kökleri ortaklaşa toplum biçimine kadara giden çok eski ve köklü bir “inanış”ı temsil eden yılmaz bir insan iradesiyle kendilerini yenileyerek sınıflı toplum biçimlerine karşı ortaklaşa bir toplumu kurmaya ve yaşatmaya çalışanların tarihidir.İkincisi Aleviler Büyük Selçuklu devletinin 1071 de Bizans İmparatorluğunu Malazgirt savaşında yenmesiyle Anadolu’ya gelmemişlerdir. Selçuklu Komutanı Alparslan, Anadolu’nun yerli halkı Alevilerin, Bizans’a duyduğu öfke ile ittifak ederek Doğu Roma’ya ve Ortodoks Kilisesi’ne karşı ittifak ederek Malazgirt ovasında savaşı kazanmıştır. Diğer taraftan İstanbul Haçlı Ordusunun işgali altındayken Selçuklu Sultanı 2. Keyhusrev Alevilere, Babai Hareketine, karşı Roma kilisesiyle ittifak kurdu. Aynı coğrafyada birbiri ile amansız bir düşman olarak gözüken Müslümanlar ve Hıristiyanlar, Babai hareketine karşı uyum içinde benzer nefret duygularını paylaşıyorlardı. Bu nefret duyguları sınıfsaldı. Her ikisi de ortaklaşa bir toplum biçimine düşmandı.Üçüncüsü Alevi hareketlerinin nedenlerini yerleşik topluma uymayan göçebe bir topluluk olarak gösterenler Aleviliğin tarihsel-toplumsal kökenlerini örtmeye çalışanlardı. Kendileri göçebeydi. Alevilik Bizans döneminde Anadolu’da şehirlerde yaşayan yerleşik bir toplumdu.Batı ve Doğu egemen sınıflı Köleci toplumlarda egemen sınıflar, sınıf ve tabakaları cinsiyetçileştirme ile köle ideolojisini yeniden üretmiştir. Feodal toplumda da sınıf ve tabakalar dincileştirilerek kullaştırılmıştır. Fransız devrimiyle başlayan halkçılaştırma kanalıyla soyut bir biçimde sınıf ve tabakalar emperyalist-kapitalist serbest pazarın belirlediği “insan” zemininde “eşitlenerek,” ulusçulaştırma yeniden üretilmektedir. Kan veya toprak bağına dayanan “insanların” devletle politik aidiyet ilişkileri ulus-devletlerin yeniden üretilmesini sağlamaktadır. Alevilik, bu sınıflı toplumların üretim biçimi ve onun siyasal iktidarına karşı çıkışının direnişlerinin tarihidir. Gazi Eke /17 Ekim/2006
10) BİZANS İMPARATORLUĞU DÖNEMİNDE “ALEVİ” AYAKLANMALARIVE KATLİAMLAR
Alevilik Anadolu’da Bizans döneminde M.S 325 yılında toplanan tarihte Büyük Konstantin olarak geçen İmparator, İznik Konsilinde yeni İsa dini’nin temellerini belirlediği dönemde vardı. Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak kabul edildi. İmparatorluk sınırları içinde kalan tüm inançlarda bu dönemde yasaklandı. Bizans İmparatoru’nun elçisi olarak Divriği ile görüşmeye giden, Sicilyalı Peter’in düzenlediği raporda şöyle bir ifade geçiyordu: “-Papazlarımızı ve hiyerarşinin diğer özelliklerini reddediyorlar, kendi papazlarına Pir ve Rehber diyorlar ve papazları; kıyafet ve diyetleriyle ve yaşam biçimiyle diğerlerinden ayırt edilmiyor.”  Bugün burada ve batı dünyasında yazılan ve söylenenler geçmiş dönemde Ortodoks söyleminden farklı değildir. Sicilyalı Peter’in hazırladığı raporda:“-Kız kardeşleri, kayın valideleri ve görümceleri ile kirlenmiş olanlara, ziyafet için toplanıp içki içtikten sonra ışıkları kapayan ve akrabalığa yaşa ve cinsiyete bakmadan âlem yapanlara lanet olsun.” Bizans dönemindeki Alevilere yönelik karalama ve küfürler ile Büyük, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde söylenenler ne kadar birbirine benzemektedir. Bugün Aleviliği, çok tanrılı ve tek tanrılı dinlerin etkisinde kaldığı veya sınıflı toplumların egemen dinlerinin etkisinde kaldığı, bu zemin üzerinde inşa edildiği; Manicilik Şamanizm Mazdaizm ne kadar gerçek dışı ise onların Bizans döneminde Hıristiyan olmaları ve büyük Anadolu ve Osmanlı devleti döneminde de Müslüman olmaları o kadar gerçek dışıdır.Batılı kaynaklar Alevileri Paulikanlar olarak adlandırır. Bu insanların böyle nitelendirilmesini Hıristiyan-Ortodoks kilisesinin nefrete ve kine dayanan kaynakları(216–277) yapmaktadır. Alevilik kendilerini ve inançlarını gizleyip koruyarak bugüne geldiler. Yine bunları hedef alan kıyıcılıkta Ortodoks kilisesi desteğinde İmparator 4. Konstantin, 628–685 de ortaya çıktı. Bu dönemde mabetler kutsal yazmalar yakıldı. Karşı koyanlar katledildiler, can havliyle kaçanlar kurtuldu. Bu dönemde Batı Anadolu’da Alaşehir civarında Balkanlarda Filibe’de Rodop dağlarının eteklerine yerleştirildiler.2. Jüstinyen zamanında inançlarını yeni koşullara göre uyarlayan Pir Silvianus ortaya çıktı. 27 yıl boyunca Şebinkarahisar’da inananlara liderlik yaptı. İstanbul’da bulunan Ortodoks kilisesi onu lanetlemekte gecikmedi. Bu dönemde müritleri toplayan Pir Silvianus’un Titus ve müritleri 2. Jüstinyen emriyle taşlanarak öldürüldü, öldürüldükleri yerde ateşte de yakıldılar.Ortodoks kilisesi vaazlarında Titus’ü şöyle lanetlemişti:“Kendisine Titus diyen, İmparatorun emriyle Silvianus’u taşlayan ve onun ardından Çorum’daki 2. Pir olan ve Justus tarafından Şebinkarahisar piskoposuna ihbar edilen ve imparator emriyle silvianus’un taşlandığı yerin hemen yanında yakılan Symeon’a lanet olsun” Kıyımdan kurtulanlar Şebinkarahisar’dan daha batıya göç ettiler. Paul adlı önderlerinin eşliğinde toplandı ve düzene sokuldu. Onların muhalifleri o yüzden bunları Pavlikan olarak adlandırıyorlardı. Paul dan sonra topluluğun başına Paul un oğlu Timoty geçti. Asıl adı Genesius du. 718–748 yılları arasında mürşitlik makamına oturdu. 730 yılında imparator huzurunda Ortodoks patriği Anastasius tarafından sorgulandı. Bu sorgulamadan kurtuldu. Bizans ın öfkesini ve nefretini gördüklerinden güvende değillerdi. Geri dönüşünde yandaşları ile birlikte Arap egemenliği altındaki Samsat a göç ettiler. Timoty 748 yılında Samsat ta öldü. Timoty nin ölümünden 1 yıl sonra 749 da Arap İmparatorluğunu da Abbasiler ele geçirdiler. 772 den itibaren Samsat yöresini “İslamlaştırmak” için yoğun çaba harcadılar. Abbasi baskısı altında kalan topluluk anayurda dönmek için iki koldan yollara düştü. Timoty’nin oğlu Zekeriya’nın önderliğindeki kol Arap askerleri tarafından kuşatılarak katledildiler. Timoty’nin yol oğlu Joseph akıllı bir strateji uygulayarak güneye yöneldiler sonrada batıya gittiler. Epaphroditus olarak adlandırılan Joseph Anadolu’nun orta kesimlerine (Antioch) yerleşti. 780 yılında hakka yürüdü. Joseph den sonra diğer bir önemli lider. Tahtacı Sergius oldu. Sergius 800–834 yılları arasında Anadolu’yu boydan boya dolaşarak alevi inancını yaydı. Klikya’da batı Anadolu’da ve Toroslar’da yaşayan halkı orta Anadolu Alevileriyle bağlarını yeniden canlandırdı. Bunun önderliğinde Malatya emirliğinin sınırları içinde Erguvan a göç ederek buraya yerleştiler.Ortodoks kilisesinin tabiriyle İsa’nın sürüsünü dağıttı:“Pek çok kuzuyu kurda çeviren ve bunların vasıtasıyla İsa’nın sürüsünü dağıtan Sergius; koyun postuna bürünmüş bir kurt olan, erdemli bir adam gibi görünmeyi ustalıkla beceren ve pek çok kişiyi kandıran; İsa’nın düşmanı, kötülüğün temsilcisi, tanrının anasına ve bütün azizlere küfreden Sergius; yalan ve masallar içinde gezinen Sergius; İsa’dan nefret eden, kilisenin düşmanı, tanrının oğlunu ayakları altında çiğneyen anlaşmanın kanına, sıradan kanmış gibi davranan ve tanrının inayetini öfkelendiren Sergius.”• Sergius 834 yılında Erguvan dağlarında tahta keserken İznikli Ortodoks Tazanious tarafından pusuya düşürülerek öldürüldü.Sergiustan sonra erkânın kurumsal yapısı değiştirildi. Tek Pir e bağlı ocak sisteminden birbirine üstünlüğü olmayan aynı yola bağlı ocak olarak örgütlendiler. Bu durum; eri erden seçen kördür biçiminde ifade edildi. Bu süreç halkın silahlanmasını örgütlenmesini ve şiddete karşı güç kullanılmasının yaygınlaşmasını da sağladı. İmparator Theoplius’un ölümünden sonra oğlu 3. Misheal de vekâleten tahta oturan kraliçe Theodora zamanında Bizans İmparatorluğu ardı arkası kesilmeyen katliamlara girişti. Bazı kaynaklara göre bu katliamda öldürenler yüz binin üzerindeydi. Bu öldürenler arasında Carbeas ya da Hüseyin Gazi’nin babası da vardı. Bizans sınırları içindeki kalabalıklar Erguvan a aktı. Çığ gibi büyüdüler. Carbeas Anadolu’da ayak basmadık yer bırakmadı. Ortodoks kilisesinin fanatik katillerini bozguna uğrattı. Carbeas Malatya emirliğine güvenmiyordu. 845 yılında merkezi Divriği ye taşıdı. Yani Alevi Devletinin başkentini Divriği ye taşımış oldu. Halkın kahramanı ve üstün Piri oldu. 863 yılında Ankara yakınlarında hakka yürüdü. Carbeas’dan sonra damadı, yeğeni ve komutanı Chrysocheir ya da Seyyid Battal Gazi soykırımdan sorumlu Thedora’nın oğlu 3. Michael i Samsat önlerinde ağır yenilgiye uğrattı. Ankara’yı kuşattı. Eskişehir önlerinde Bizans odsusunun dağıttı. Ege sahillerine kadar bütün Bizans coğrafyasını fethetti. Dönemin Bizans şehirleri İzmit, İzmir İznik i aldı. İstanbul kapılarına kadar dayandılar. 3. Michael den sonra Bizans tahtına çıkan 1. Basil, Sicilyalı Peter’i elçi olarak Divriği ye gönderdi. Seyyid Battal Gazi ya da Chrysocheir Bizans imparatoruna şu mesajı gönderdi:“İmparator barış istiyorsa, doğudan vazgeçip çekilsin ki batıyı yönetebilin aksi takdirde şahın kulları onu tacından edecekler.” Seyyid Battal Gazi ya da Chrysocheiru iki büyük Bizans askeri birliği tuzağa düşürdü. 872 de hakka yürüdü. Kimse inanmadı öldüğüne. O yıl Divriği de deprem oldu. Bizans ordusu kaleye saldırdı. Tüm aleviler kılıçtan geçirildiler. Çatalçayı günlerce kızıl aktı. Kale düştükten sonra Erguvan Samsat ve yukarı Fırat havzasındaki bütün alevi şehirleri yakılıp yıkıldı. Kalanlar balkanlarda iskâna zorlandılar. Bizans kayıtları onların 10. ve 11. yy’larda büyük kalabalıklar halinde Milet e Efes köylerinde Euchaita(Çorum) da yaşadıklarını ortaya koyuyor.Seyyid Battal Gazi Anadolu ve balkanlardaki tüm alevi topluluklarının üstün piriydi. Kutuplar kutbuydu. Bu savaşçı önderlerden biri de Cogi baba, Kara Cölü baba ya da Cog babadır. 11) SÜRGÜNAleviler Anadolu dan 7. yüzyıldan itibaren başlayan bir göçe Bizans tarafından zorlanmıştır. Balkan Alevileri, bu coğrafya da halkın dostu olarak bilinen ilk alevi pirinin adı ile Bogomiller olarak adlandırılır. Bogomil adındaki dervişlerin faaliyetlerinden ilk endişelenen Bulgaristan Çarı Peter oldu(927–969).Çar Pater, Ortodoks Patriği Theopylact Lecapenusa’u Bulgaristan da Bogomilcilerin yürüttükleri faaliyetleri dolayısıyla uyardı. Alevilerin balkanlardaki varlığı en son büyük göç(970) dalgasında hissedilmiştir.Halkın dostları hakkında ilk Bizans belgesi Euthymmius’un 1045 tarihinde Bizanslı yetkililere gönderdiği mektubudur. Bu mektupta yola giriş törenlerini(ikrar cemi), nefeslerin okunduğu bir ayin-i cem ile ikrar vererek yola giren talip, zorlu bir eğitim döneminden sonra inanışın özüne, gerçeğine ulaşılabiliyordu.Bizans ve Bulgar belgelerinde Alevilerin yendi yurtlarından sürgün edildikleri ve yerleştirildikleri yerlerde inançlarına sıkı sıkıya bağlı kaldıklarıyla ilgili birçok belge vardır. Bizans İmparatorluğu ve Ortodoks Kilisesi 11. yüzyılın başlarından itibaren birçok tedbir almalarına rağmen Aleviliğin Balkanlarda yayılmasını önleyemediler.l.Alexios Kommenos haksız ve sebepsiz yere Alevilerin mallarını yağmalayarak askerlerine dağıtması ve kadınlara saldırması ile Balkan Alevileri, Traulos önderliğinde ayaklandılar. Beliatoba’yı merkez edinerek Bizans’a akınlar düzenlediler. İmparator savaşı askeri yoldan kazanamayınca Bizans gibi entrikalar çevirmeye başladı.İmparator Alexious, İstanbul dada bir alevi ocağının varlığını haberdar aldı. Bu Alevi ocağının Pirinin adının Basil olduğunu örgendi. Basil Doktordu. Basile Yolundan dönmesi için fırsat verildi.1.İmparator Alexios’un kızı Anna’nın anlatımına göre:“..Basil dönmedi ve eğilmez bir hak dostu olarak kaldı; onun ateşte yakılmakla ve başka işkencelerle tehdid edilmesi,boşuna oldu;…”Basil için bugün ki Sultanahmet meydanına büyük bir ateş yakıldı. Onun gözlerinde yılgınlık ve pişmanlık arayanlar boşuna umutlanmışlardı. O tercihini canlı canlı yakılmaktan yana kullanmıştı.GÖÇ
12. yüzyılın ikinci yarısında Bizans İmparatorluğu en çalkantılı dönemini yaşıyordu.13. yüzyılın başında İstanbul 4. haçlı Seferleri ordusunca işgal edildi(1203–1204). Bizans İmparatorluğu ve Ortodoks Patriği yönetim merkezini İstanbul’dan İznik’e taşıdı. Bizans krallığı dörde, İstanbul, İznik, Trabzon ve Epirus, bölündü.Bu dönemde Alevilerle(Bogomiller) uğraşacak güçleri kalmamıştı. Bu dönemde Aleviler bir taraftan kendi yerleşim alanlarını korurken diğer taraftan kendilerine yeni yaşam alanları açmak içinde Doğu ve Batıya yöneldiler. Doğuya göçenler Batı-Anadolu’ya yerleştiler. Bu bölgede yaşayan akrabaları ile birleştiler. On birinci yüzyılda Batıya yönelen Balkan Alevilerinin ilk durağı ise Bosna oldu. Bu dönemde Bosna Katolik dünyasının bir parçasıydı. Bosna Alevi ocakları Bulgaristan ve Bizans’taki gibi Dimetoka’daki mürşit ocağına bağlıydılar.Bosna Aleviliği Dalmaçya, Hırvatistan, İstriya, Corniala ve Slovenya’ya kadar genişlemeyi sürdürüyordu. Aleviler Batıda da başka büyük bir düşmanla karşılaştılar. Bu Katolik kilisesiydi.Bu genişlemeden telaşa düşen papa lll. Honorius (1216–1227) bu yayılmayı kuvvet kullanarak durdurmak için Macar Kralı ll. Andrew’i ikna etmeye çalıştı. lll. Honorius’tan sonra papa lX. Gregory (1227–1241), Hırvatistan düküne, Bosnalı Alevilere “haçlı imtiyazlarını” kullanarak savaşması için izin verdi (1234).Hırvatistan dükü papanın teşviki ve desteği ile Bosna’ya saldırdı. Zarar gördüler, yılmadılar ve yenilmediler. Papa lX. Gregory Bosna ve Bulgaristan’daki gelişmelerden rahatsızlık duyuyordu. Papa 1238’de Macar Kralı lV. Bela’ya bir mektup yazarak, Bulgaristan üzerine Haçlı Seferi düzenlemesini istedi. Sefer hazırlıkları sürerken Moğol orduları Macaristan’ı istila etti. Macaristan’ın Bulgaristan’daki Alevilere yönelik Haçlı Seferi girişimi sonuçsuz kaldı.
13) AVRUPADA “ALEVİLER”
Güney ve Batı Avrupa11.Yüzyılın sonları ve 14. yüzyılın ilk yarısına kadar, Alevilik, Avrupa tarihinde insanlık değerlerinin en vahşice çiğnendiği en karanlık dönemidir.İlk Katolik Engizisyon Mahkemeleri Alevi yargılamalarını işkence ve katliamlarla yerine getirerek insanlık suçlarının failleri oldular. Batı Avrupa Alevileri en kötü koşullarda insanlık onurunu yükseklere çıkarmayı bildiler.11. yüzyılın sonlarından başlayarak Batı-Avrupa’da görülen Alevilik, atlas okyanusu kıyıları, Balkanlar üzerinden yayıldı. Aleviliği Avrupa’nın en batısına kadar taşıyanlar, İstanbul ve Dimetoka ocaklarının gezgin mürşitleriydiler. Aleviliğin Atlas okyanusu kıyılarına taşınmasında Bosnalı Alevilerin, İstanbul’da, Dalmaçya şehirlerinde ve Hırvatistan’da Alevilikle tanışmış ve Aleviliğe sempati besleyen Avrupalı tüccarların ve Haçlı ordusunda Askerlik yapmış olanların önemli rolleri oldu.Alevilik’e 12. yüzyılda Flanders, Sampanya, Loire vadisi ve Ren bölgesinden haçlı ordularına katılan askerlerden bazıları gönül vermişlerdi. En iyi örgütlenmiş ilk Alevi ocakları Liege ve Köln’de ortaya çıktı. Katolik kilisesi kısa bir bocalamadan sonra Alevilere yönelik katliamlara başladılar.Batı-Avrupa’da ortaya çıkan Alevi toplulukları Katolik kilisesinin kışkırttığı yerli Hıristiyanlar tarafından katledildiler. İlk katliamlar 1120 yılında Soission’da, 1144’te Köln’de, 1167’de Vazellary’de oldu. Buradaki Aleviler linç edilerek öldürüldüler.1163 yılı ağustosunda Köln Alevileri partiler halinde diri diri ateşe atılarak yakıldılar.Ren vadisindeki bu vahşetlerin tanığı Schönau’lu Eckbert Katliamları şöyle anlatıyordu:“5 Ağustos günü dört adam ve bir kız çocuğu şehrin (Köln) dışına çıkartılarak yakıldılar. Kız çocuğu eğer yanındakilerin uğrayacağı akıbetten korksaydı ve kendisine yapılan tavsiyelere uysaydı, halkın sempatisi O’nu kurtarabilirdi. Fakat o kendisini ateşe attı ve yanarak öldü.”Bu insanlık dramı karşısında 1160’lı yıllardan itibaren bu mezalimlerden kurtulanlar kuzey Fransa ve Almanya Alevileri hiç güvende olmadıkları bu yerleri terk ettiler. Telaşla yola düşen Flanders Alevileri en ağır trajedi yaşadılar. Köln’e sığınanlar yakılarak öldürüldüler. Bu bölgeden Manşı geçip İngiltere’ye sığınanlar kilisenin kışkırttığı topluluklar tarafından kış ayında çırılçıplak soyularak buzların arasına atıldılar ve dondurularak öldürüldüler.Batı-Avrupa’daki büyük Alevi toplulukları Fransa’nın Lombardin ve Languedoc bölgelerine ulaşmayı başardılar. Oksidanya olarak anılan bu coğrafya 12. yüzyılda Katolik bağnazlığına bulanmamıştı. Kuzey Avrupalılar gibi ilkel yaşamıyorlardı. Şiir, müzik ve edebiyatı günlük yaşantılarından eksik etmiyorlardı. Bu bölgede Alevilik yayıldı. Oksidanya Alevileri, Albigenler olarak adlandırılmıştı.Albigen, albi ve gen sözcüklerinden oluşan birleşik bir kelimeydi. Albi, Latincede “parlak beyaz ışık” anlamına gelen Alba kökünden türetilmişti. Gen birçok dilde insan demektir. Albigen deyiminin Türkçe karşılığı “parlak ışık insanı”dır.”Işık insanı” Alevi tanımlamasında tam karşılığıdır. Alevi sözcüğünde alev köküne “i” aidiyet takısı eklenerek elde edilmiş bir kelimedir. Aleve, ışığa, ait veya alevden gelen anlamındadır.Buradaki Alevilik gizlilik ilkesinden vazgeçerek kendilerini açıkça ortaya koydular.1167 yılında Toulous’e yakınlarında bir Alevi kurultayı ile kendilerini ortaya koyarak görüşlerini açıkladılar. İstanbul’dan gelen gezgin derviş (Halk dostu) Nicetos bu kurultaya başkanlık etti.Hıristiyanlık karşısında Oksidanya’da yayılan Alevilik’in önünü kesmek için 1198 yılında papa lll. İnnocent insanlık tarihinin en acımasız katliamlarını tetikledi. Papalık İspanya doğumlu Dominiguee Guzma’yı(1170–1221) Albigenleri yola yola getirmek istediyse de bunda başarı sağlanamadı. Papalık 1207 yılında oksidanya Alevilerine yardı eden Toulouse Kont’unu aforoz etti. Kont’un subayı papa’nın elçisini öldürdü. Papa lll. İnnocent’in talebi ile Fransa krallığına bağlı bir haçlı ordusu Beziers kalesi’ni ve Carcassonni’yi aldı. Ünlü cellât başpapaz Arnaut Amuari’nin emri ile Beziers Kalesinde yaşayan insanlar örneği görülmemiş bir katliamın mağduru oldular. Beziers katliam’ının önde gelen komutanlarından katil Simon de Monfort başpapaz Arnaut Amuari tarafından Carcassonne senyörlüğüne verildi ve haçlı orduları komutanlığına atandı.Yeni haçlı orduları komutanı Simon de Monfort, 1210 yılının ortalarında Minevra kalesini düşürünce yüzlerce İnan-ı kâmil’i diri diri ateşe atarak yaktı. Yine 1211 yılında Larcur’un düşmesinden sonra Toulouse’u kuşattı. Burada alevi bir kadının attığı mancınık taşıyla öldürüldü.1216 yılında papa olan lll. Honorius’un teşviki ile Fransa kralı Vlll. Luis, kraliyet ordularından kurulu Oksidanya üzerine yeni bir haçlı seferi başlattı. Aleviler üzerinde yüksek yoğunlukta askeri bir vahşet başladı.Meydanlarda dev ateşlerde yakılan insanların uğradığı zulüm dahi Aleviliğin yayılmasının önünü kesmedi. Haçlı ordularının vahşetinin yanında birde Engizisyon Mahkemelerini gündeme soktular. Tarihte engizisyon mahkemeleri ilk kez Albigenler için kuruldu. İlk başkanı Guillaume Arnaud’dur. Oksidanya Alevileri 1230–1240 yılları arasında engizisyon mahkemelerinin planlı, sürekli ve sınırsız zalimlikleri altında kaldılar.1240 yılında Oksidanya Alevi’lerinin en önemli direnme noktaları Montsegur kalesiydi.1240 yılında bu kaleyi yeniden inşa etmeye başlamışlardı. Montsegur kalesi’nin yeni planı mimaride ve sanatta uygulanan altın orandı. Altın oran ilk kez Mısır’da MÖ 2500’de inşa edilmiş Büyük Piramitti.
Oksidanya Alevi’lerinin sığındıkları Montsegur kalesinde Kale Şövalyelerinden Pierre Roger, 1242 yılında tarihin ünlü cellâdı Guillaume Arnaud’un kendisine bağlı engizisyon yargıçlarının Toulouse yakınlarında bir kasabada toplandığını haber aldı. Fedailer cellâtların bulunduğu kasabayı bastılar, Arnaud ve diğer engizisyon yargıçlarını baltalarıyla parçaladılar.Haberin duyulmasından sonra Haçlı ordusu Hugues des Arcis komutasında toplandı. Haçlı ordusu Fransız kraliyet ordusundan oluşuyordu.1243 yılında Montsegur kalesi’ni kuşattılar.100 savaşçı ve 200 civarındada insan-ı kâmil vardı. Kalede yerli halktan kadın ve çocukta vardı.Haçlı ordusu kalenin ikmal yollarını keserek kaleyi alabileceklerini düşünüyorlardı. Direnişçiler kalenin gizli geçitler kanalıyla ovadaki yerleşim birimleri ile ilişkiye geçerek yine ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlardı. Haçlı ordusunda açlık ve hastalıklar baş gösterdi.1243 yılı Aralık ayında Basklıları kiralayarak kale burçlarına ancak seksen metre yaklaşabilmişlerdi. Bu noktadan kale gülle yağmuruna tutuldu.Direniş sürüyordu. Fakat kale komutanına giden insan-ı kâmiller kendileri yüzünden başkalarının ölümüne razı olmadıklarını söylediler.1244 yılının 2 Martında Montsegur kalesi komutanı Pierre Roger ve Haçlı şövalyesi Hugues des Arcis teslim koşullarında anlaştılar. Anlaşma şöyleydi:“-Kale on beş gün sonra haçlılara teslim edilecekti.—Toulouse yakınındaki kasabada engizisyon cellâtlarını öldüren şövalyeler dâhil tüm savaşçılar affedilecekti.—Kalede bulunanlardan Albigen inanışında olmadığını beyan eden herkes serbest kalacaktı.—İnsan-ı Kamiller Engizisyon mahkemesi ve halkın önünde inançlarından caydıklarını açıklamaları halinde ölümden kurtulacaklar aksi takdirde ateşe atılarak diri diri yakılacaklardı.”Oksidanya Alevileri kendilerini Ateşle sınava hazırlamışlardı. Haçlılar onların ölümden korkarak inançlarını terk edeceklerini düşünüyorlardı. İnsan-ı kâmiller ve kale halkından on beş kişi yanmayı tercih etmişlerdi.Düzlükteki odun yığınları tutuşturuldu. Albigenler ateşe doğru yürüdüler. Haçlı seferinin dinsel kutsayıcısı Narbonne Pikoposu Albigenlerin arasına dikilerek:“-Durun, durun diyorum size! Bir kez daha düşünün.Aranızdan cayan yok mu hiç mezhebinden? Engizisyon kararına rağmen ben, son bir şans tanıyorum nedamet getirenlere!Albigenler duymadı… Albigenler durmadı… Kafileye öncülük eden İnsan’ı Kamillerden Bertrand Marty, başka bir soruya yanıt verir gibi gülümseyerek söylendi:—Biz hepimiz kardeştik.” Montsegur, 16 Mart 1244 Onlar Anadolu’dan yola çıkmış, tükenmemiş ve parmakla sayılmamış, kırılarak, yanarak yol yürümüş ve Oksidanya Alevileri olarak ateşin üzerine uzatılmış merdivenlere tırmanarak bu yol’u yeniden var kılmak için kendilerini tek tek alevlerin içine bırakmışlardır…

Cevaplar:
Dersim Forum

 

ALEVILER

Alevi canlar gitdikce büyük bir Örgütlenmeye gidiyor ve büyük bir örgüt'de olmuşdur.Ama bundan rahatsızlık duyanlar olamaya başlamışdır ve Alevi örgütlerini artık bir değlike olduğunu görmekdedirler.Bu büyük örgütlenme çatısını bölmek için tekrar düğmeye basılmışdır ve alevilerin üzerinde büyük oyunlar oynanmaya başlanmışdır.Yıllarca Alevileri Suni ve Şafi inanclarına karşı kulanmışdırlar ve kalkıp şimdi Aleviler islamın özüdür diye kandırmaya çalışıyorlar,önceden'de 'Aleviler Kızılbaş,Komimist,Dinsiz ve Kürt' diye yarkılıyorlardı.Suni ve Şafi kesimlere yıllarca hakımızda bu tip provogandalar yapılmışdır.Şimdi durup dururken nerden cıktı Alevilerin müslüman oldukları,tabiki alevilerin gün gecdikce dahada büyümeleri Devlete rahatsızlık vermişdirler.Ben soruyorum T.C anayasasında biz halen niye yasaklıyız ve biz müslüman sak neden alevilik anayasada vardır.Amam malesef alevi halkını bazı rantcılar ve kişiliğini satmış tipler bu inancı yok etmeye başlamışlardır.Buna alevi halkı kanmamazı gerekiyor.O yüzden Alevi halkı el ele vererek daha'da güclenip hakımızı alarak bu inancımızı,kültürümüzü tam bir anlamıyla felsefesiyle yaşatmakdır.Selam ve Saygılar.

Wednesday, November 08, 2006

 

DENEMELER-VII

Dersim Forum
Auteur - yazari: Hüseyin Sevinç Tarih, gün ve saat : 08. Aralik 2006 14:38:12:
Sosyalistler burada gerçekten de ciddi bir handikap içindedirler. İdeolojik doğmatizm aslında burada da ciddi bir rol oynuyor sessizce. Burjuva söylemiyle bizi tehdit edenlerin ya da korkutanların gönlünde, inanın iktidara geldiklerinde aynı şeyleri hem de faylasızla yapmak yatıyor!
Burada her ideolojinin sahip olduğu bir çifte standartla karşı karşıyayız. Kasım 2003’te İstanbulda patlayan bombalara karşı adeta birleşik cephe oluşturan sağ ve sol parti ve ideolojiler, İsrail’de patlayan bombaların öldürdüğü sivil insanların katliamını sessizce onaylamaktadırlar. Kimileri açıktan destek bile vermekten çekinmemektedir. Peki Türkiye’de patlayan bombalara karşı çıkmak, bu eylemleri kınamak; onların patladığı toprak Türkiye olduğu için mi icap etmektedir?
Bir dönem PKK’nın yaptığı söylenen, gerçekte ise tam bilemediğim İstanbul alış-veriş mağazalarında bombalar patladığında, bir çok Türk ve Kürt solcusu ile tartıştığımı hatırlıyorum. TC’ye yönelik eylemler olduğu iddia edilerek bu eylemler destekleniyordu. O sıralarda biraz da PKK’nın gücü karşısında secdeye duran sol çevrelerin bu eylemleri eleştirdiğini hatırlamıyorum. Fakat El-Kaide’ye mal edilen Kasım 2003 terörist eylemlerin aynı sol çevrelerin desteklerine de tanık olmadım. Üstelik El Kaide’nin anti empemperyalist karaktere sahip olduğunu savunan bir çok solcu ile de tartışmıştım çok önceleri.
Görüldüğü gibi insanların neyi nasıl ve neye göre savunduklarını anlamak zorlaşmaktadır. İdeolojik hareketlerin yarattığı toplumsal psikoloji, insanların düşüncelerini dumura uğratıyor. İnsanlar bir nevi kumanda ile idare edilir duruma getiriliyor. İnsanlar inançlarının ve düşüncelerinin esiri durumuna düşüyor. İçinde bulunduğu grubun yapısından kaynaklanan ideolojik şiddet, insanların bünyelerine siniyor. Karşı çıktığı Kasım 2003 terör eylemlerini kendi örgütü yapsaydı, aynı karşı duruş gösterilebilecek miydi? Buna kolayca evet diyemeyiz. Çünkü ideolojik akımlarda bireyler tutarlı bir duruş sergilemekten uzaktırlar. İdeolojik hareketin yöneticileri her zaman haklıdır! Tersi duruş sergileyen insanlar, “kafirdir”, “bozguncu”dur, “ajan”dır, “tımarhanelik”tir vs...
İdeolojik örgütlenmelerde ciddi bir robotlaşma yaşanıyor demek, bir önyargı mı olur acaba? Yaşananları birer film şeridi gibi gözlerimizin önüne bir getirelim. Bir film seyrediyor gibi koltuğumuza yaslanıp rahat bir nefes alarak bu filmi önyargısızca ama dikkatlice izlemeye bırakalım kendimizi. Burada bir realiteyle karşı karşıyayız. Birilerini kötülemek ya da birilerini karalamak için kendimizi zorlamaya da gerek yok. Realiteye göz ve kulak vermemiz, yeterli olur diye düşünüyorum. Realitelerden kalkarak gerçeklerin mutlaka açığa çıkarılması gerekir. Bu yol bizi, bireyin özgürleşmesine götürecek bir yolun başlangıcı olabilir...
DEMOKRATİK KÜLTÜR, FARKLILIKLAR VE İDEOLOJİ
Ölüm denen canavarı sorgulamak, ölüm ve ölüm merkezlerini ve işlevlerini açığa çıkarmak günümüzde büyük bir önem taşıyor. Bunun öyle kolay olmadığı açıktır. Çünkü, sırası geldiğinde herkes ölüme ve öldürme olaylarına lanetler yağdırıyor. Ölümlerden yana olmadıklarını, kimsenin ölmesini istemediklerini söyleyenlerin ve bunu yapanların da aynı çevreler olması işleri daha da zorlaştırıyor. Ya da öyle görünüyor. Ölüm üreten ve saçan çevrelerin aynı zamanda insancıl dersler vermesi ise işin diğer bir şaşırtıcı yanı. Öyleyse çevremizdeki bunca ölüm ve katliamlar da neyin nesi? Nasıl oluyor da insanlar evlerinde, işyerlerinde, okullarında, ibadet alanlarında, alışveriş merkezlerinde; kısacası her yerde ölümle karşılaşabiliyorlar? Ölüm hep yanı başımızda. Ölüm uygulayıcıları hep aramızda! İnsanlar ve insan yaşamı, hep bu cehennem karanlığına mahkum mu olacak diye soru sormamız, ciddi bir sorgulama yapmamız bu cehennem karanlığını aydınlatmamız için bir adım ya da bir mum ışığı olamaz mı?
Söylenenler ve dökülen göz yaşları sahte. İnsanlar sahte. İnsan denen yaratık, içyüzünü gizlemede oldukça beceri kazandı ve ihtisaslaştı! Onca hamasi hümanist nutukların altında, ölüm kararları gizli. Söylenen onca tatlı söz, insanların beyninde yer edinmekte ve insanlar adeta kuzuya dönmektedir. Ölüm merkezleri adeta kumanda ellerinde, insanları istedikleri yöne yöneltebilmekte. Söylenenler, sarfedilen sözler, cidden yürek ısıtır cinsten. Öyleyse burun buruna yaşadığımız bunca ölümler neden ve bunlardan kimler sorumlu? Bunun için sorgulama yeteneğimizi ve kuşkulu olmayı elden bırakmadan iğne ile kazı yapmaya başlamamız gerekiyor.
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözünü anarak sorunu biraz daha somutlayalım:Dünyadaki doğal ölümler dışındaki tüm ölümler, ideolojilerin çatışmasından kaynaklanıyor, diyebiliriz. Her ideoloji kendi dışındakilerini yok etmekle, hizaya getirmekle kendini yükümlü kılıyor. Bunu, görev ve sorumluluk olarak çevresine ve taraftarlarına empoze ediyor. İdeolojilerin etkisindeki kitleler de bunu soylu bir görev olarak kabul edip, emre amade olduklarını ilan ediveriyorlar! İdeolojilerin kitleler üzerindeki güçlü etkisi biraz da onun despotik yapısından kaynaklanıyor. İdeoloji, değil dışındaki ideoloji ile barış içinde yan yana yaşaması; kendi içinde bile bin bir parçaya bölünüp, kendi kendisini yiyebiliyor. Bu sorun detaylı olarak sonradan açıklanacaktır.
İnanç özgürlüğü, fikir ve düşünce özgürlüğü, ideolojinin dişli çarkları arasında un ufak olmaktadır! Bu Türkiye’de oldukça belirgindir. İslami Terör gündeme damgasını vurduğu dönemlerde, çoğu islamcı çevre, yazar ve kişi “islamda terör yoktur” diyerek islami ideolojinin şiddet yanını gizlemeye ya da saklamaya çalıştıklarını biliyoruz. Sanki islam ideolojisi tarihte hiç kimseyi öldürmemiş, hiç katliam yapmamış gibi, gerçeklerin açığa çıkmasını önlemeye çalıştılar. Bu içgüdüsel savunma tavrı bütün ideolojilerde ortak bir noktadır. Gerçeklerin yakıcılığı karşısında, “bunu yapanlar bizden değildir”, “onlar bu yüce ideolojinin dışındadır” diyerek fetbazlık yapmak, ideolojilerin ortak ve zorunlu bir görevidir. Öyle ya “bu ideoloji bunu yaparsa, ben de bu ideolojiden olamam” deme soyluluğunu göstermek kolay mı o kadar! Esasında, bunu ideolojilerden beklemek de saflık olur.
İslam ideolojisi yayılmaya yüz tuttuğundan bu yana acaba kaç milyon insanın hayatına mal oldu? Kaç kişinin derisi yüzüldü? Kılıç vuruşlarıyla tespih çekilir gibi, kafa koparmaları konu edinen o heyecan ve kanımızı donduran cenkleme hikayeleri yalan mıydı yoksa?
İslam dini, ellerinde gül dağıtarak mı İran coğrafyasına ya da Anadolu toprağına bir anda giriverdi? Yoksa buralarda yaşayan Alevi, Ezidi, Hristiyan vs. nüfus kendi kendilerini mi kılıçtan geçirdi? Sahi o toprakların asıl sahibi bu halklar, güle oynaya mı İslam’ı kabulleniverdiler? Mezopotamya’nın yerli halklarından Asuriler uzaya gittikleri için mi yerlerinde yoklar? Anadolu coğrafyasının ciddi inanç akımını oluşturan Alevilerin ne kadarı kuyulara atıldı; ne kadarı katledildi veya yakıldı?
Kimse bu soruları sormuyor maalesef kendisine. Çünkü bu soruya verilecek cevaplar gerçekleri gün ışığına çıkarmaya veshile olacaktır. Böylesi bir duruş ve tavır alış, ideolijinin kendisini dinamitler. O nedenle sadece İslam ideolojisi yanlıları değil, tüm ideolojilerde kişiler, bu tür “şeytani” soruları kendi kendilerine sormaktan elbette kaçınırlar.
“Bir Kızılbaşı öldüren mümin cennete gider” diyen Şafi ideolojinin beynini gaspettiği ya da kendisine hükmettiği bir taraftarı nasıl olur da ölüme karşı olabilir? Ya da kişi olarak kendisinin ölümlere karşı olması, ideolojisini temize çıkarmaya yetebilecek mi?
İnsanlar kuşkusuz değişebilirler. Dün yaptıklarından, bugün vazgeçebilirler. Dün savunduklarını, bugün savunmayabilirler. Bundan kuşkumuz yok. Fakat bunun için insanın, etkisi altında olduğu ideoloji ile hesaplaşması gerekmiyor mu?. Yapılanlar cidden sorgulanmalı ve eleştirilmelidir. Yaşanan deneylerin yeni nesillere aktarılması, yeni ölümlerin önüne geçmek için şarttır. Farklılıklara karşı tahhammüllü olmayı beceremedi Türkiye’de İslamcılık. Bu tahammüllü olmayı sadece İslamcılar değil, bilimum sol ve marksist ideolojiler de beceremediler. Nasıl becerebilsinlerki!
Öyleyse sorunu tek tek ideolojilerin suçlanmasından da çıkarmamız gerekiyor. Değilse burada kalıp handikap içinde veya basit bir döngü içerisinde yaşamaya mahkum oluruz. Basit bir örnek verelim: Kendi penceresinden Stalin Rusya’sındaki terör ve kıyım dönemini sorgulayan bir İslamcı, bu tavrından dolayı haklı olsa da, tümüyle teröre ve öldürmelere karşı olduğunu ispatlayamaz. Ya da aynı şeyi tersinden söyleyelim: İslami terörün tarihinden örnekler vererek, kendisinin haklılığını kanıtlayan Stalinist bir sosyalist de, ideolojisinin kan dökmediğini ya da dökemeyeceğini ispatlayamaz. Doğrusu tüm ideolojilerin, kendi dışındaki ideolojileri eleştirmek için epeyce malzeme bulabilme şansları hep vardır. Demek ki, bu dar kuyudan çıkmadan, çevremizde olup biteni sorgulama gücünü elde edemeyiz. Ve bu kuyuda kalarak, yaşananların bilinçli olarak sorgulanması ve var olan handikapların aşılması mümkün olamayacaktır.
Türkiye’de nüfusun yüzde 99’u müslümandır belirlemesinin gerçekleri yansıtmadığını bilmeyen yok. Öyle olsa bile, sunni islamın yararlandığı kadar kimse, devlet olanaklarından yararlanamıyor. Nüfusu 20-25 milyon civarında olan bir Alevi kitlemizin verdiği vergilerle beslenen Diyanet Kurumu’nun neyinden faydalanabiliyor Aleviler?. Türkiyedeki Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin başına gelen eziyetler ortada. Fakat Allahın kulu tek bir İslamcı’dan çıt yok. İslamcıların yaşadıkları Avrupa ülkelerindeki Hristiyan “zulmünden” dem vuran İslamcı yazarlar, konu Türkiye olunca kafalarını kuma gömüveriyorlar. İslam elden gidiyor diyerek Hristiyanlara karşı adeta savaş ilan ediyorlar. Peki nerede savunur göründükleri inanç özgürlüğü, kişilik hakları? Sonra, Türkiye’de hangi Hristiyan kesim İslamcılara şiddet boyutunda savaş açmış! Vay efendim bedava İncil dağıtılıyormuş! Sahi ne var bunda? Siz de insanlara okullarda -hem de zorla- Kuran okutturmuyor musunuz?
Bütün bu söylemlerin sonuçta terör üretmeye veshile olabileceğini düşünen yok! Önüne gelen televizyona çıkıp İslami şövelyeliğe soyunuyor Hristiyanlara sövülüp sayılıyor. Korku veriliyor. Fukara Hristiyanlara savunma hakkı bile tanınmıyor. Kendisinin sahip olduğu hakları, komşusuna tanımayan bir kişi ya da çevre hümaniter söylemlerinde ne kadar samimi ve inandırıcı olabilir?Bütün sorun, başkalarının haksızlığını bahane ederek, kendi baskı ve zulmümüz için onu bir araç olarak kullanmamızda yatıyor. Bu ikircikli tavırla, kişinin baskı ve zulme karşı olduğu yönündeki söylemi sahtedir. İnandırıcı değildir. Dinsizlerin de, Hristiyanların da, Alevilerin de ülkemizde yeri vardır, olmalıdır. Bunlara, sunni İslamın baskısından uzak; birarada ve kardeşçe yaşama şansı tanımayan kişilerin insancıl kesilmesi inandırıcı olamaz.
Televizyonlarda Ermenileri, Süryanileri, Alevileri özgürce bir konuşturalım; bakalım ne olacak! Varsın dinlerinin propagandasını yapsınlar. Varsın İslamı eleştirsinler. Hiç bir şey olmaz demeyin, aynı anda o televizyon binası İslamcılar ordusu tarafından ateşe verilir. Bugün teröre ve şiddete karşıyım diye söylev veren İslamcı yazar ve çevreler, o an öncülük yapan, nutuk atan “militan neferler” olarak alanda yerlerini mutlaka alacaklarını söylemek için kahin olmaya gerek yok.
Benzer tavır ve davranışları, bir dönemin sosyalist ya da komünist ülkelerinde de görmek mümkündür. Bu ülkelerde İslami azınlıklar ya da milli azınlıklar da aynı baskı ve şiddetin altında insani olmayan baskı ve zulüm altındaydılar.
(devam edecek)

Cevaplar:
Dersim Forum

Saturday, November 04, 2006

 

TC. Devletinde mi derinlik, derinliklerde mi TC. Devleti?

Rucan keles
Son yıllarda Türk siyasal litaretüründe sık sık kulanılan, ne olduğu fazla belli olmayan, neyi ifade etiği net anlaşılmayan, ulu orta kulanılan bir "derin devlet" kavramı var. Kürt siyasal kesim de bu kavramı olduğu gibi almış rastgele kullanıyor. Hatta durum öyle vahim bir noktaya gelmiş ki, bazı Kürt yurtsever çevreler bu ifadeyi PKK için de kulanıyorlar. PKK nin Kürtlerin derin örgütü (devleti) olduğunu söylüyorlar (bu konudaki görüşlerimi daha önceki bir makalemde "yine aynı filmi seyrediyoruz" da ifade etmiştim). Bence bu kavram, kavram kargaşasına çanak tutmaktır.
Öncelikle şuradan başlamak gerekir; "Derin Devlet" hangi anlamda kullanılıyor? derinliğin ölçütü ne olması gerekir? Denizin dibimi?, çukurun derinliği mi?, yoksa kastedilen bataklığın derinliğimi? Burada kast edilen derinlik nedir? ifade edilen eğer devletin gizli kalan ve meşru olmayan yanı ise, böyle bir kavramı kullanmak Türk Devletini aklamak anlamına gelir. Şöyleki; "Aslında Türk Devleti meşrudur, yaptıkları hukuk devleti çerçevesindedir, ancak bazı hukuk dışı şeyler oluyorsa, bunları devlete sızmış, devlet adına hareket eden, çete, mafya ve kontra örgütleridir" anlamına gelecek ki buda Türk Devletini aklamak anlamına gelir. Sanki Türk devlet bünyesinden anılan bu örgütler ayıklandığı zaman, "Devlet hukuk devleti olacak". Ancak; Türk Devleti anılan yapılanmalardan arındırılığı zaman, yerinde devlet denilen bir aygıt kalırmı kuşkum var, çünkü Türk Devleti bu yapılanmalardan oluşuyor. Yarım asır çeşitli kademelerde Devletin başında yer alan Demirel şöyle diyor: "Derin devlet devletin kendisidir". "Derin devlet içindekiler yani normal zamanlarda belirli yetkileri kulanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek isterler". "Derin devletin kökünde devletin yıkılma korkusu vardir". Derin devletle ismi özdeşleşen Mehmet Agar da şöyle ifade eder: "ne yaptıysak devlet için yaptık”, "Türk devleti en son Musul ve Kerkükten geri çekildi. O günden sonra geri çekilmeme iradesi teşekkül etti. Biz bu iradeye derin devlet diyoruz. Derin devlet, devletin derinliklerinde değil, milletin suurundadır. Derin devlet bir daha geri çekilmeme iradesidir.”, "Herşey MGK nin bilgisi dahilindedir". “Biz herbirimiz devletin köşe taşlarıyız, birimizi çıkarırsanız duvar yıkılır ve hepimiz altında kalırız.”
Devletin başında yıllarca kalmış kişiler, "Derin devleti" böyle ifade ediyorlar. O zaman anılan devlet yerine yeni bir devlet yapılanmasının konulması gerekiyor. Buda ancak ve ancak bir devrimle veya Saddam diktatörlügünde olduğu gibi yıkılarak, yada yerine yeni bir federatif devlet veya her iki ulusun kendi kaderini tayin edeceği iki ayrı devlet kurulur. Bu durumda yeni yapılanmalar meşrutiyetlerini direkt katılımda bulunan halklardan alırlar.
Son yıllarda derin devlete ilişkin bir çok kitap, doküman, makale yayınlandı. Bunlardan bir çoğu işin kriminal, cinayet, mafya, kontra, çete ve istihbarat boyutuna değiniyorlar. İşin özüne, yani devletin esasına değinen hemen hemen hiç yok. Zaten bu konu üzerine yazanların çogu, bu örgütlerle dirsek temasındadırlar. Yalnız Baskın Oran kendi mantık silsilesi icerisinde "derin devlete" değiniyor ve bilimsel bir tanıma uyarlamak istiyor. Şöyleki; "derin devlet, şiddet kullanımı durumunda devletin tanımından "meşru" kavramının düşmesi sonucu meydana gelen oluşumdur." der. Bence Baskın Oran Türk Devlet egemenlik sahasını tek ulus olarak ele almış ve esas hata orda kaynaklanıyor. Burada çok uluslu bir durum söz konusudur. Biri egem ulus, diğeri sömürge ulustur. Zaten aranan "meşruluk" Türk ulusu için geçerli, aranan bu "meşruluk" Kürt ulusu için hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Kürdistanda uygulanan politikalar hep çifte standartlı, sömürge ülkelere uygulanan politikalar olmuştur. Türkiyede uygulanan yasalar (ki bu yasaların coğu anti demokratik ve askeri kışlalarda hazırlanmış yasalardır) hiçbir zaman Kürdistanda uygulanmamıştır. Orası için ya başka yasalar çıkarılmış veya gizli yönetmeliklerle, kanun hükmünde kararnamelerle, yada orman yasalarıyla yönetmişlerdir. Hemde Kürdistandaki sorun yalnız hukuksal bir sorun değildir, esas olarak politik bir sorundur. Herhangi bir ülkeyi, ulusu, dili yok saymanın hukuku olurmu?. Onun için sorunun çözümü de politiktir. Bundan dolayıda Türk Devleti sömürgeci bir devlettir yani anıldığı gibi "derin devlet" degildir. Zaten uygulamadaki "derinlik" gayrimeşruluk ve sömürgeci devlet olmaktan kaynaklanıyor. Sömürge statüsü ortadan kalkmadan işin "derinliği"de ortadan kalkmaz. Türk Devleti belli örgütlerden ayıklanmakla "derinlikten" kurtarılamaz. Basit reformlarla bu işin çözüleceğini zannetmiyorum. (yanlış anlaşılmasın ben Reformlara karşı değilim, ileriye yönelik en ufak reformu bile desteklerim.) İfade edildiği gibi işin derinliğine inmek gerekiyor.
Bazı kimselerin bundan hareketle; "diğer ülkelerde İtalyada, İspanyada, Almanyada Avrupanın diğer ülkelerinde benzer sorunları vardı, onlar bu sorunlarından nasıl kurtulduysalar bizde aynı şekilde kurtuluruz" şeklinde yanlış yaklaşımları vardır. Bu adlarını andığım ülkelerdeki durumla Türkiyedeki durum bir ve aynı olmamakla beraber, yukarıda ifade ettiğim gibi yapısal olarak çok farklıdırlar. Bir benzerlik kurulmak isteniyorsa şayet, tarihin çöplüğüne atılmış olan Güney Afrikadaki rahmetli sömürgeci Apartay Rejimi ile, yanıbaşındaki Saddamın rahmetli sömürgeci Baas Rejimi olabilir, yada tarihsel süreç içerisinde eşine ender rastlanan kendisine munhasır soykırımcı ırkçı bir devlettir denebilir. Günü geldimi komünistlerle, günü geldimi faşistlerle, günü geldimi, fundamentalistlerle, günü geldimi de emperyalistlerle işbirliği yaparlar. İşlerine nasıl gelirse öyle hareket eden, pragmatik kaypak bir devlet konumdadır. Bu kaypak tutum, onları dünya kamuoyu nezdinde güvenilmez devlet konumuna koyuyor. En stratejik ortaklarını bile ırkçı yayılmacı çıkarları uğruna yolun yarısında bırakır.
Herşeyden önce devlet nedir? Tarihsel süreç içerisinde hangi devlet türleri yaşanmistir? Devlet nasıl ortaya çıkmıştır? Bu soruların cevabı uzun uzadıya detaylıdır, ancak konu gereği kısaca değineceğim. Klasik anlamda devlet sınıfların ortaya çıkması ile ortaya çıkar ve toplumsal süreç içerisinde sınıfların ortadan kalkması ile son bulur ve çıkrığın yanında tarihi yerini alır (son yıllarda Avrupada sınırların ortada kalkması buna bir işarettir denebilir) ve bundan dolayı da, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracıdır der, Karl Marx.
Kapitalizm sürecinde devlet burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki baskı aracıdır der Marxizm Leninizm. Ancak; şu andaki devlet ile yüzyılın başındaki devlet aynı devlet değildir, özünde benzerlikler olsada, biçimde farklılaşma ve gelişme vardır. Demokratikleşme ve hukuk devleti yapısı işçi sınıfı ve emekçi kesimin geniş haklar elde etmesine neden olmuştur. Buna da gelişmiş veya olgunlaşmış demokrasi, Avrupada görüldüğü gibi hukuk devleti denebilir.
Tarihsel süreç içerisinde başka devlet biçimlerine rastlamak mümkün, ancak "derin devlet" tanımına Türkiye dışında, dünyanın başka yerlerinde rastlamak mümkün değil. Buda Türkiye ye has bir buluştur.
Devlet bir üst yapı kurumudur. Son tahlilde alt yapı kurumları üst yapı kurumlarını belirler. Son yüzyılda Faşist Devlet, teokratik devlet, totaliter devlet, sosyalist devlet, millitarist devlet, oligarsik devlet, sömürgeci devlet, burjuva devleti, hukuk devleti yapısına ve tanımlarına rastlamak mümkün, ancak, derin devlet denen şeye rastlamak mümkün değil. İşte buda Türk dehası bir mucitlik, uluslararası yasaları çiğneyen, yaptığı gayrimeşru uygulamaları belli bir azınlığa yükleyip esas devleti aklamak ve meşrulaştırmak içindir diye düşünüyorum ve biz kürtlerde bunu saf saf alıp kullanıyoruz.
Türk devletinin derinliğini veya yüzeyseliğini iyi kavrayabilmek için, Türk devletinin oluşumunda belirleyici olan, tarihsel süreç içerisinden günümüze dek bazı tarihi kronolojik olayları ele alıp sıralamak istiyorum. Aslında bu tarihi olaylar Türk devletinin esas karakterini ve yapısını ortaya sergileyecek niteliktedir.
Daha 1900 lerin başında ittihat ve terakki dönemindeki teskilat-i Mahsusa, günümüzdeki özel harp dairesidir. O zaman diğer halklar, Ermeniler, Rumlar, Kürtlere karşı terörr estiriyor ve bu halkları birbirine kırdırtmak için olmadık etrikalar bu örgüt tarafından sergileniyordu. 31 Mart vakası olarak bilinen isyanı başlatanlar da bastıranlar da ittihat-Terakkicilerin teskilat-i mahsusasıdır. Ermenileri ve Rumları soykırımdan geçirenler ise devletin esas çekirdeğini oluşturan bu örgütlerdir.
Cumhuriyet, daha kuruluş yıllarında "derin devlet" uygulamalarıyla mayalanır ve şekillenir. M.kemal ve Çerkez Ethem kardeşleri arasındaki oyunlar, 1923 deki İzmir suikastinin senaryoları ve bu vesile ile tehlikeli görülen ittihat-Terakicilerin idamlarıyla tasfiyeleri bu edimlerin başlıcalarıdır. Zaten 1920 den 1940 a kadar Kürdistandaki soykırımlar, sürgünler ve bütün faşist uygulamalar, mevcut T.C devletinin esas mayasını oluşturur ki, halen aynı konsept katliamlar ve sürgünlerle devam etmektedir. Çünkü Devletin karakterinde bir değişiklik yoktur. Sömürgeci Türk devletinin resmi ideolojsi, gıdasını "ne mutlu türküm diyene", "bir türk dünyaya bedeldir", "türkün türkten başka dostu yoktur", "türkiye türklerindir" şeklindeki ırkçı (Avrupada yasak olan) söylemlerden alır. Anılan dönemde de Kürdistandaki ayaklanmalara karşı günümüzdeki Yeşil, Çatlı benzeri katil, eşkiya olan Topal Osman gibileri kulanılmıştır.
1945 teki Tan gazetesi matbaaasının baskınını yapanların bünyesinden iki cumhurbaskanı ve başbakan, "sol görüşlü” Cumhuriyet gazetesinden ise genel yayın yönetmeni İlhan Selçuk ve nice önemli bakanlar Milletvekileri ve önemli devlet memurları çıktı. Sağdan sola birçok kişiyi bağrında barındıran bu olay salt başına T.C devletinin niteliği ve karakterini sorgulama konusunda yeterlidir.
6-7 Eylül 1956 daki provakasyonda ise, bir Türk diplomatı selanikteki Atatürkün evine bomba koydurtur ve bundan dolayı, Türkiye de binlerce Rumun evi ve işyeri yakılıp yıkılır onlarca Rum öldürülür. Bunun üzerine binlerce Rum evini barkını terk edip yunanistana göç etmek zorunda kalır.
1974 de uluslararası yasaları çiğneyerek Kıbrısı işgal eden yine bu yayılmacı devletin yayılmacı politikalarıdır. Binlerce Rum öldürüldü, binlercesi yerinde yurdunda sürgün edildi ve malı mülkü gasp edildi, otuz yılı aşkın bir süredir de dünya kamuoyu bu sorunla uğraşıyor.
Aralık 1978 deki, K.Maraşta Alevi-Kürtlere yönelik katliam, yüzlerce kadın çocuk yaşlı demeden hunharca öldüren, işyerlerini ve evleri yakıp yıkan yine bu devletin kendisidir.
Sözümona demokrasiye geçiş sürecinde her on yıla bir askeri darbe siğdırıldı ve herseferinde onbinlerce insan tutuklandı, işkence gördü ve onlarcası asıldı, yüzlercesi öldürüldü. 27 Mayıs darbesinde Devlet bir başbakanını ve iki bakanını astı. (İade-i itibnar da anılan edimlerin cabasıdır.) 50 Kürt aydını tutuklanıp yargılandı. (Tarihte 49 lar davası olarak bilinir) 300 Kürt aşiret ileri geleni tutuklandı, birçoğu uzun yılları kapsayan sürgün süreci yaşadı.12 Mart ve 12 Eylül askeri faşist darbeleri uygulamalarını ve dönemini bir çoğumuz yaşadık ve canlı tanıklarıyız. Kısacası bir bütün olarak "misak-i milli" sınırları askeri kışlaya çevrilmiştir. Her seferinde darbeyi yapanlar, darbeden sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını çok lüks biçimde sürdürdüler ve sürdürüyorlar. Darbeciler hakkında ne sorgulama, ne de soruşturma yapılmamıştır. (halbuki başka ülkelerde demokrasiye geçiş süreclerinde darbeciler yargılanıp cezalandırılmışlardır, Türkiyede bu hiçbir zaman olmamıştır) Devlet darbecilerin yaptığı anayasalarla yönetildi ve yönetiliyor. Halen Devletin esas sahipleri genelkurmay ve onun yan örgütleridirler. Genelkurmayın son dönemdeki çıkışlarından da anlaşıldığı gibi birilerinin iktidarda olması fazla bir şey değiştirmiyor.
Kürdistandaki son 30 Yıllık süreçte, yarattıkları taşaron örgütle yaptıkları danışıklı-savaşta 50 bin kürd insanı öldürüldü, 4 bin Köy boşaltıldı, 4-5 milliyon insan yerinden yurdundan zorla göç ettirildi. 30 Yıl boyunca Kürdistanda fiilen terror estirildi ve bu süreç halen devam ediyor. Kürdistanda ekonomi tamamen sıfırlandı ve insanların yaşamı ceheneme çevirildi.
Yukarda sıraladığım, Türk Devletinin esas şekilenmesini belirleyen son yüzyılın ve tarihi olayların yorumunu okuyuculara bırakıyorum. Yukarıda belirtmiştim, devlet bir üst yapı kurumudur, ancak son tahlilde alt yapı ile etkileşim içine girer ve etkilenir. Son dönemler, Türk toplumundaki irkçi şövenist histeriler, kitlesel linç ve bayrak olayları, devletin toplumu kendisine benzetmesinin tipik bir örneğidir. Benzer olayları, ancak faşist Nazi Almanyası ve başka faşist diktatörlüklerde görmek mümkündür. Öyleki Türk toplumu bir bütün olarak "derin" toplum haline gelmiştir. Bundan dolayı: Türk devletinin yapısı, sövenist, ırkçı ve sömürgecidir.
Yararlandığım kaynaklar:Belma Akcura,derin devlet oldu devlet.Baskın Oran,derin devlet makalesi.Can Dündar,Tan baskını makalesi MilliyetHürrüyet gazetesi,1923 İzmir suikast belgeleriDerin devletle ilgili birçok kitap (Soner Yalçın, Mehmet Eymür v.s.)Marksist literatür
Rucan keles
Son yıllarda Türk siyasal litaretüründe sık sık kulanılan, ne olduğu fazla belli olmayan, neyi ifade etiği net anlaşılmayan, ulu orta kulanılan bir "derin devlet" kavramı var. Kürt siyasal kesim de bu kavramı olduğu gibi almış rastgele kullanıyor. Hatta durum öyle vahim bir noktaya gelmiş ki, bazı Kürt yurtsever çevreler bu ifadeyi PKK için de kulanıyorlar. PKK nin Kürtlerin derin örgütü (devleti) olduğunu söylüyorlar (bu konudaki görüşlerimi daha önceki bir makalemde "yine aynı filmi seyrediyoruz" da ifade etmiştim). Bence bu kavram, kavram kargaşasına çanak tutmaktır.
Öncelikle şuradan başlamak gerekir; "Derin Devlet" hangi anlamda kullanılıyor? derinliğin ölçütü ne olması gerekir? Denizin dibimi?, çukurun derinliği mi?, yoksa kastedilen bataklığın derinliğimi? Burada kast edilen derinlik nedir? ifade edilen eğer devletin gizli kalan ve meşru olmayan yanı ise, böyle bir kavramı kullanmak Türk Devletini aklamak anlamına gelir. Şöyleki; "Aslında Türk Devleti meşrudur, yaptıkları hukuk devleti çerçevesindedir, ancak bazı hukuk dışı şeyler oluyorsa, bunları devlete sızmış, devlet adına hareket eden, çete, mafya ve kontra örgütleridir" anlamına gelecek ki buda Türk Devletini aklamak anlamına gelir. Sanki Türk devlet bünyesinden anılan bu örgütler ayıklandığı zaman, "Devlet hukuk devleti olacak". Ancak; Türk Devleti anılan yapılanmalardan arındırılığı zaman, yerinde devlet denilen bir aygıt kalırmı kuşkum var, çünkü Türk Devleti bu yapılanmalardan oluşuyor. Yarım asır çeşitli kademelerde Devletin başında yer alan Demirel şöyle diyor: "Derin devlet devletin kendisidir". "Derin devlet içindekiler yani normal zamanlarda belirli yetkileri kulanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek isterler". "Derin devletin kökünde devletin yıkılma korkusu vardir". Derin devletle ismi özdeşleşen Mehmet Agar da şöyle ifade eder: "ne yaptıysak devlet için yaptık”, "Türk devleti en son Musul ve Kerkükten geri çekildi. O günden sonra geri çekilmeme iradesi teşekkül etti. Biz bu iradeye derin devlet diyoruz. Derin devlet, devletin derinliklerinde değil, milletin suurundadır. Derin devlet bir daha geri çekilmeme iradesidir.”, "Herşey MGK nin bilgisi dahilindedir". “Biz herbirimiz devletin köşe taşlarıyız, birimizi çıkarırsanız duvar yıkılır ve hepimiz altında kalırız.”
Devletin başında yıllarca kalmış kişiler, "Derin devleti" böyle ifade ediyorlar. O zaman anılan devlet yerine yeni bir devlet yapılanmasının konulması gerekiyor. Buda ancak ve ancak bir devrimle veya Saddam diktatörlügünde olduğu gibi yıkılarak, yada yerine yeni bir federatif devlet veya her iki ulusun kendi kaderini tayin edeceği iki ayrı devlet kurulur. Bu durumda yeni yapılanmalar meşrutiyetlerini direkt katılımda bulunan halklardan alırlar.
Son yıllarda derin devlete ilişkin bir çok kitap, doküman, makale yayınlandı. Bunlardan bir çoğu işin kriminal, cinayet, mafya, kontra, çete ve istihbarat boyutuna değiniyorlar. İşin özüne, yani devletin esasına değinen hemen hemen hiç yok. Zaten bu konu üzerine yazanların çogu, bu örgütlerle dirsek temasındadırlar. Yalnız Baskın Oran kendi mantık silsilesi icerisinde "derin devlete" değiniyor ve bilimsel bir tanıma uyarlamak istiyor. Şöyleki; "derin devlet, şiddet kullanımı durumunda devletin tanımından "meşru" kavramının düşmesi sonucu meydana gelen oluşumdur." der. Bence Baskın Oran Türk Devlet egemenlik sahasını tek ulus olarak ele almış ve esas hata orda kaynaklanıyor. Burada çok uluslu bir durum söz konusudur. Biri egem ulus, diğeri sömürge ulustur. Zaten aranan "meşruluk" Türk ulusu için geçerli, aranan bu "meşruluk" Kürt ulusu için hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Kürdistanda uygulanan politikalar hep çifte standartlı, sömürge ülkelere uygulanan politikalar olmuştur. Türkiyede uygulanan yasalar (ki bu yasaların coğu anti demokratik ve askeri kışlalarda hazırlanmış yasalardır) hiçbir zaman Kürdistanda uygulanmamıştır. Orası için ya başka yasalar çıkarılmış veya gizli yönetmeliklerle, kanun hükmünde kararnamelerle, yada orman yasalarıyla yönetmişlerdir. Hemde Kürdistandaki sorun yalnız hukuksal bir sorun değildir, esas olarak politik bir sorundur. Herhangi bir ülkeyi, ulusu, dili yok saymanın hukuku olurmu?. Onun için sorunun çözümü de politiktir. Bundan dolayıda Türk Devleti sömürgeci bir devlettir yani anıldığı gibi "derin devlet" degildir. Zaten uygulamadaki "derinlik" gayrimeşruluk ve sömürgeci devlet olmaktan kaynaklanıyor. Sömürge statüsü ortadan kalkmadan işin "derinliği"de ortadan kalkmaz. Türk Devleti belli örgütlerden ayıklanmakla "derinlikten" kurtarılamaz. Basit reformlarla bu işin çözüleceğini zannetmiyorum. (yanlış anlaşılmasın ben Reformlara karşı değilim, ileriye yönelik en ufak reformu bile desteklerim.) İfade edildiği gibi işin derinliğine inmek gerekiyor.
Bazı kimselerin bundan hareketle; "diğer ülkelerde İtalyada, İspanyada, Almanyada Avrupanın diğer ülkelerinde benzer sorunları vardı, onlar bu sorunlarından nasıl kurtulduysalar bizde aynı şekilde kurtuluruz" şeklinde yanlış yaklaşımları vardır. Bu adlarını andığım ülkelerdeki durumla Türkiyedeki durum bir ve aynı olmamakla beraber, yukarıda ifade ettiğim gibi yapısal olarak çok farklıdırlar. Bir benzerlik kurulmak isteniyorsa şayet, tarihin çöplüğüne atılmış olan Güney Afrikadaki rahmetli sömürgeci Apartay Rejimi ile, yanıbaşındaki Saddamın rahmetli sömürgeci Baas Rejimi olabilir, yada tarihsel süreç içerisinde eşine ender rastlanan kendisine munhasır soykırımcı ırkçı bir devlettir denebilir. Günü geldimi komünistlerle, günü geldimi faşistlerle, günü geldimi, fundamentalistlerle, günü geldimi de emperyalistlerle işbirliği yaparlar. İşlerine nasıl gelirse öyle hareket eden, pragmatik kaypak bir devlet konumdadır. Bu kaypak tutum, onları dünya kamuoyu nezdinde güvenilmez devlet konumuna koyuyor. En stratejik ortaklarını bile ırkçı yayılmacı çıkarları uğruna yolun yarısında bırakır.
Herşeyden önce devlet nedir? Tarihsel süreç içerisinde hangi devlet türleri yaşanmistir? Devlet nasıl ortaya çıkmıştır? Bu soruların cevabı uzun uzadıya detaylıdır, ancak konu gereği kısaca değineceğim. Klasik anlamda devlet sınıfların ortaya çıkması ile ortaya çıkar ve toplumsal süreç içerisinde sınıfların ortadan kalkması ile son bulur ve çıkrığın yanında tarihi yerini alır (son yıllarda Avrupada sınırların ortada kalkması buna bir işarettir denebilir) ve bundan dolayı da, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracıdır der, Karl Marx.
Kapitalizm sürecinde devlet burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki baskı aracıdır der Marxizm Leninizm. Ancak; şu andaki devlet ile yüzyılın başındaki devlet aynı devlet değildir, özünde benzerlikler olsada, biçimde farklılaşma ve gelişme vardır. Demokratikleşme ve hukuk devleti yapısı işçi sınıfı ve emekçi kesimin geniş haklar elde etmesine neden olmuştur. Buna da gelişmiş veya olgunlaşmış demokrasi, Avrupada görüldüğü gibi hukuk devleti denebilir.
Tarihsel süreç içerisinde başka devlet biçimlerine rastlamak mümkün, ancak "derin devlet" tanımına Türkiye dışında, dünyanın başka yerlerinde rastlamak mümkün değil. Buda Türkiye ye has bir buluştur.
Devlet bir üst yapı kurumudur. Son tahlilde alt yapı kurumları üst yapı kurumlarını belirler. Son yüzyılda Faşist Devlet, teokratik devlet, totaliter devlet, sosyalist devlet, millitarist devlet, oligarsik devlet, sömürgeci devlet, burjuva devleti, hukuk devleti yapısına ve tanımlarına rastlamak mümkün, ancak, derin devlet denen şeye rastlamak mümkün değil. İşte buda Türk dehası bir mucitlik, uluslararası yasaları çiğneyen, yaptığı gayrimeşru uygulamaları belli bir azınlığa yükleyip esas devleti aklamak ve meşrulaştırmak içindir diye düşünüyorum ve biz kürtlerde bunu saf saf alıp kullanıyoruz.
Türk devletinin derinliğini veya yüzeyseliğini iyi kavrayabilmek için, Türk devletinin oluşumunda belirleyici olan, tarihsel süreç içerisinden günümüze dek bazı tarihi kronolojik olayları ele alıp sıralamak istiyorum. Aslında bu tarihi olaylar Türk devletinin esas karakterini ve yapısını ortaya sergileyecek niteliktedir.
Daha 1900 lerin başında ittihat ve terakki dönemindeki teskilat-i Mahsusa, günümüzdeki özel harp dairesidir. O zaman diğer halklar, Ermeniler, Rumlar, Kürtlere karşı terörr estiriyor ve bu halkları birbirine kırdırtmak için olmadık etrikalar bu örgüt tarafından sergileniyordu. 31 Mart vakası olarak bilinen isyanı başlatanlar da bastıranlar da ittihat-Terakkicilerin teskilat-i mahsusasıdır. Ermenileri ve Rumları soykırımdan geçirenler ise devletin esas çekirdeğini oluşturan bu örgütlerdir.
Cumhuriyet, daha kuruluş yıllarında "derin devlet" uygulamalarıyla mayalanır ve şekillenir. M.kemal ve Çerkez Ethem kardeşleri arasındaki oyunlar, 1923 deki İzmir suikastinin senaryoları ve bu vesile ile tehlikeli görülen ittihat-Terakicilerin idamlarıyla tasfiyeleri bu edimlerin başlıcalarıdır. Zaten 1920 den 1940 a kadar Kürdistandaki soykırımlar, sürgünler ve bütün faşist uygulamalar, mevcut T.C devletinin esas mayasını oluşturur ki, halen aynı konsept katliamlar ve sürgünlerle devam etmektedir. Çünkü Devletin karakterinde bir değişiklik yoktur. Sömürgeci Türk devletinin resmi ideolojsi, gıdasını "ne mutlu türküm diyene", "bir türk dünyaya bedeldir", "türkün türkten başka dostu yoktur", "türkiye türklerindir" şeklindeki ırkçı (Avrupada yasak olan) söylemlerden alır. Anılan dönemde de Kürdistandaki ayaklanmalara karşı günümüzdeki Yeşil, Çatlı benzeri katil, eşkiya olan Topal Osman gibileri kulanılmıştır.
1945 teki Tan gazetesi matbaaasının baskınını yapanların bünyesinden iki cumhurbaskanı ve başbakan, "sol görüşlü” Cumhuriyet gazetesinden ise genel yayın yönetmeni İlhan Selçuk ve nice önemli bakanlar Milletvekileri ve önemli devlet memurları çıktı. Sağdan sola birçok kişiyi bağrında barındıran bu olay salt başına T.C devletinin niteliği ve karakterini sorgulama konusunda yeterlidir.
6-7 Eylül 1956 daki provakasyonda ise, bir Türk diplomatı selanikteki Atatürkün evine bomba koydurtur ve bundan dolayı, Türkiye de binlerce Rumun evi ve işyeri yakılıp yıkılır onlarca Rum öldürülür. Bunun üzerine binlerce Rum evini barkını terk edip yunanistana göç etmek zorunda kalır.
1974 de uluslararası yasaları çiğneyerek Kıbrısı işgal eden yine bu yayılmacı devletin yayılmacı politikalarıdır. Binlerce Rum öldürüldü, binlercesi yerinde yurdunda sürgün edildi ve malı mülkü gasp edildi, otuz yılı aşkın bir süredir de dünya kamuoyu bu sorunla uğraşıyor.
Aralık 1978 deki, K.Maraşta Alevi-Kürtlere yönelik katliam, yüzlerce kadın çocuk yaşlı demeden hunharca öldüren, işyerlerini ve evleri yakıp yıkan yine bu devletin kendisidir.
Sözümona demokrasiye geçiş sürecinde her on yıla bir askeri darbe siğdırıldı ve herseferinde onbinlerce insan tutuklandı, işkence gördü ve onlarcası asıldı, yüzlercesi öldürüldü. 27 Mayıs darbesinde Devlet bir başbakanını ve iki bakanını astı. (İade-i itibnar da anılan edimlerin cabasıdır.) 50 Kürt aydını tutuklanıp yargılandı. (Tarihte 49 lar davası olarak bilinir) 300 Kürt aşiret ileri geleni tutuklandı, birçoğu uzun yılları kapsayan sürgün süreci yaşadı.12 Mart ve 12 Eylül askeri faşist darbeleri uygulamalarını ve dönemini bir çoğumuz yaşadık ve canlı tanıklarıyız. Kısacası bir bütün olarak "misak-i milli" sınırları askeri kışlaya çevrilmiştir. Her seferinde darbeyi yapanlar, darbeden sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını çok lüks biçimde sürdürdüler ve sürdürüyorlar. Darbeciler hakkında ne sorgulama, ne de soruşturma yapılmamıştır. (halbuki başka ülkelerde demokrasiye geçiş süreclerinde darbeciler yargılanıp cezalandırılmışlardır, Türkiyede bu hiçbir zaman olmamıştır) Devlet darbecilerin yaptığı anayasalarla yönetildi ve yönetiliyor. Halen Devletin esas sahipleri genelkurmay ve onun yan örgütleridirler. Genelkurmayın son dönemdeki çıkışlarından da anlaşıldığı gibi birilerinin iktidarda olması fazla bir şey değiştirmiyor.
Kürdistandaki son 30 Yıllık süreçte, yarattıkları taşaron örgütle yaptıkları danışıklı-savaşta 50 bin kürd insanı öldürüldü, 4 bin Köy boşaltıldı, 4-5 milliyon insan yerinden yurdundan zorla göç ettirildi. 30 Yıl boyunca Kürdistanda fiilen terror estirildi ve bu süreç halen devam ediyor. Kürdistanda ekonomi tamamen sıfırlandı ve insanların yaşamı ceheneme çevirildi.
Yukarda sıraladığım, Türk Devletinin esas şekilenmesini belirleyen son yüzyılın ve tarihi olayların yorumunu okuyuculara bırakıyorum. Yukarıda belirtmiştim, devlet bir üst yapı kurumudur, ancak son tahlilde alt yapı ile etkileşim içine girer ve etkilenir. Son dönemler, Türk toplumundaki irkçi şövenist histeriler, kitlesel linç ve bayrak olayları, devletin toplumu kendisine benzetmesinin tipik bir örneğidir. Benzer olayları, ancak faşist Nazi Almanyası ve başka faşist diktatörlüklerde görmek mümkündür. Öyleki Türk toplumu bir bütün olarak "derin" toplum haline gelmiştir. Bundan dolayı: Türk devletinin yapısı, sövenist, ırkçı ve sömürgecidir.
Yararlandığım kaynaklar:Belma Akcura,derin devlet oldu devlet.Baskın Oran,derin devlet makalesi.Can Dündar,Tan baskını makalesi MilliyetHürrüyet gazetesi,1923 İzmir suikast belgeleriDerin devletle ilgili birçok kitap (Soner Yalçın, Mehmet Eymür v.s.)Marksist literatür

 

GELİN TARİHE NOT DÜŞELİM!

Auteur - yazari: Seyfi Cengiz Tarih, gün ve saat : 23. Mart 2005 03:47:47:
SEYFİ CENGİZ Gelin Dersim Soykırımı’nı mahkemeye taşıyalım.Ülkesine, halkına, katledilen kuşaklara karşı sorumluluk duygusu taşıyan herkesi bu davayı sahiplenmeye çağırıyorum.Bu bir ulusal davadır.Biz yaşayan kuşaklar da bu faciadan dolayı bir şekilde yaralıyız.Bu yara kuşaktan kuşağa taşınarak iyileşmez. Sonuç ne olursa olsun, sırf tarihe not düşmek veya vicdanen rahatlamak için bile olsa, Dersim soykırımı mahkemeye taşınmak zorundadır.Gelin bunu hep birlikte üstlenelim. Daha fazla gecikmeden hazırlık görelim.Bunun bir parçası olarak ihtiyaç duyulan kanıtları ve verileri bu forumda biraraya getirip soykırım dosyasını birlikte hazırlayabiliriz.Bu görevin altından ancak hep birlikte kalkarız.Bir başlangıç olarak aşağıdaki konularda kim ne biliyorsa bu forumda kaynak vererek açıklamalı, elinde veya arşivinde ne varsa ortaya koymalı, kendi katkısını gecikmeden yapmalıdır.
1) Soykırıma Ilişkin Belgeler
2) Diğer Kanıtlar
- Tanıklar Konuşuyor(Soykırım tanıkları ve öyküleri)
- Toplu Mezarların Yerleri
- Fotoğraflar
- TC Devletinin Olaya Bakışı ve Gelişmeleri Sunuş Şekli (Dönemin Türk basınında yazılanlar, Meclis konuşmaları ve tutanakları, vd)
- Dönemin dünya basınının/medyasının olaya bakışı ve tepkisi
3) Rakamların Diliyle Soykırımın Boyutları
-Katledilenlerin sayısı(cinsiyeti, yaşı, adı, aşireti, öldürüldüğü yer ve tarih)
-Yaralıların sayısı(cinsiyeti, yaşı, adı, aşireti, yaralandığı yer/olay ve tarih)
- Esir edilenlerin sayısı(cinsiyeti, yaşı, adı, aşireti, esir edildiği yer ve tarih)
- Kayıplar(cinsiyeti, yaşı, adı, aşireti)
- Sürgün Edilenler(sayıları, adları, aşiretleri)
- Idam Edilenler(adları, aşiretleri, yaşları)
- Yakılan/Yıkılan Köyler, Evler, Tarlalar
- Elkonan Ya Da Imha Edilen Hayvan Varlığı
- Ülkenin tarih ve kültür mirasına ve doğasına verilen zarar
Cevaplar:
Ce: GELIN TARIHE NOT DÜŞELIM! Homeros 24.3.2005 01:31 (0)
Dersim Soykırımı Üzerine Bir Öneri Ve Düşünceler M. Hayaloğlu 24.3.2005 00:38 (0)
Ce: GELIN TARIHE NOT DÜŞELIM! Aşıra DEMENU ra Tornê Mirzê Silê Hemi Ismial Kılıç 24.3.2005 00:07 (0)
Ce: GELIN TARIHE NOT DÜŞELIM! dersimli 23.3.2005 14:12 (1)
Ce: GELIN TARIHE NOT DÜŞELIM! homeros 23.3.2005 22:16 (0)
TANIKLAR KONUŞUYOR Seyfi Cengiz 23.3.2005 13:42 (4)
Toplu Kırımların Yapıldığı Mevkiler Seyfi Cengiz 24.3.2005 16:07 (1)
DERSIM SOYKIRIMININ KRONOLOJISI SEYFI CENGIZ 24.3.2005 20:14 (0)
Ce: TANIKLAR KONUŞUYOR asmên 23.3.2005 14:22 (1)
Ce: TANIKLAR KONUŞUYOR Homeros 23.3.2005 22:17 (0)
Dersim Forum

 

Dersimin çôzûlmesi!

Resmi devletin demografik politikasi, II.Abdulhamit doneminden beri aktif olarak tatbik edilen nufus kaydirma, jenosit ve zorunlu goc ile yerli halklarin bolgeden kovularak, Balkan, Kafkas ve diger gocmenlere cesitli sebepler yaratarak, buraya yerlestirip, bolgenin oz haklarini tarihsel olarak haritadan silmeyi amaclamaktadir. Simdi "tunceli" diye adlandirilan yer, gercek Dersim topraklarinin %39 undan fazla degildir. 400 yildan fazla, Osmanli imparatorlugu icinde ozerk/otonom olarak kalan Dersim, 70 yil eveline kadar, dil ve kulturu ile bolgede varligini kuculerek de olsa devam ettiriyordu: sinirlari daraltilmis olmasina ragmen bugûnkû il sinirlarindan daha buyuk idi. Dusmanca uygulanan askeri/politikanin ônû 1938 lerde de alinamadi, direnis yok olunca ,girtlak daha da sikildi ve Dersim ûlkesi topraklarinin % 60' indan fazlasini kaybetti. Konu acik, TC' nin bu demografik devlet politikasi henuz degismemistir; Avrupa birligine girme adina yapilan sozumona digisikliklerin, Dersim halkina yapilanlarla tezati meydandadir. Avrupa birligine girmenin arifesinde Dersim' in talaplerini gormemezlikte hala israr ediyor, islenmis tarihsel haksizliklarin giderilmesinde ciddi bir adim atmaya yanasmiyor. Simdi sirasi ile dersim' in asagidaki taleplerine gozatalim:
Dersim ulkesinin adinin resmen geri verilmesi, 1915, 1921, 1925, 1938 soykirim ve tesebuslerinin taninmasi, Osmanlidan cumhuriyete kadar devam eden Otonomi hakkinin halkimiza iade edilmesi.
Devletin "T plani" olarak adlandirdigi, nufus kaydirma, zorunlu goc, azinliga indirme ve geri kalanini da zor ile asimile etme seklindeki politikaya son verilmesi.
Dersim' in demilitarize edilmesi, askeri ve yari/askeri orgutlerin faaliyetlerinin yasaklanarak, teror ve siddet uygulayarak halkin yasam olanaklarini tehdit edenlerin uluslararasi bagimsiz/tarafsiz mahkemelerde yargilanmasi.
Bugune kadar yasakli olan dilimizin resmen taninarak, egitim, iletisim ve orgutlenme olanaklarinin geri verilmesi. Turkiyede ki resmi tarihin degistirilerek milliyetci/soven sistemi dayatmaya son verilmesi.
"T plani" cercevesinde yurutulen, Turk/islam sentezine bagli olarak Dersim' in geri kalanini da yani iç dersimin de Muslumanlastirarak Turklestirmeyi hedefleyen dusmanca politikaya son verilmesi, " her koye bir cami", "her koye bir imam" seklindeki diyanet/devlet uygulamalarinin bir an once durdurulmasi. Dersim dedelik inanc/geleneklerinin serbest birakilarak resmen taninmasi.
"T plani" in uygulanmasina bagli olarak gerceklestirilen ekolojik yikima son verilmesi; askeri amacli toplu orman yakmalara ve bolgenin can alici tarihsel/kulturel zenginliklerinin bombalanmasina son verilmesi. Munzur, baraj oyunlari oynayan doga ve insanlik dusmani cetelere teslim edilmemelidir; Munzur,kûltûrûmûzdûr ve insanliga aittir, oyle kalmalidir..
Degerli arkadaslar, ana nokta; yaşama hakkımızın tamamen elimizden alinmak istenmesidir.Bize düşen görev ise, asırlarca diliyle, kültürüyle, tüm doğal güzellikleriyle geçmiş insanlarımızın bize teslim ettiği bu toprakları daha çok sevmek ve bu mirası sahiplenmek. Hergün tüm konuşmalarımızda sohbetlerimizde gerici diye suçladığımız yaşlılarımız kadar yurt sever olursak bize dayatılan kişiliksizleştirme, yok edilme politikalarını alt üst edebiliriz. Bu birikime ve tecrübeye sahibiz ancak birazcık bencilliğimizden ve bireyciliğimizden kurtulmamız gerekiyor. Dersim sitenin amaci ise, yok olmakta olan Dersimin dili, kulturu, gelenek ve goreneklerini tanitip yasatmak, Dersim'de sürmekte olan sistemli ve planlı demografik degistirme operasyonlarını etkisiz hale getirmek bu konuda yapılan çalışmaları imkanlar oraninda dunya kamuoyuna duyurmaktir.

Friday, November 03, 2006

 

Ibrahim Coskun

ORAN PAMUK TC PUTIK VE "TERTELE" ÜZERINE
Dersim Forum
Auteur - yazari: Ibrahim Coskun Tarih, gün ve saat : 16. Ekim 2006 22:31:39:
ORHAN PAMUK TC PUTIK VE „TERTELE „ ÜZERINE
TC Devletinin „TERTELE“38 den sonra adini degistirip türkcesiyle koydugu isim Kuyluca.
Dersim´in en eski yerlesim alanlarindan biri olan Kuylucann Kuylucadan önceki adi PUTIK.
Putik isminin es anlami Kirmancki sözlügünde yok.
Olmamasida dogal cünkü asirlar boyu bir cok uygarligin yasamasinda besiklik etmis, yüzbinlerce insanin barinmasina kucak acmis bu yerlesim alaninin adi da Dersim´in diger adlari gibi kutsal bilinip TC´nin dönemine kadar binlerce yillik ismi ile anilip gelmistir.
Asirlarca süren adi PUTIK sonradan degistirilen adi Kuyluca olan Bu yerlesim alani benim köyümdür.
Bu köy gibi benimde asil adim olan „Iwis“ de TC´nin nüfus memurlari tarafindandegistirilmis yerine bir yahudi ismi olan Ibrahim konulmustur.
Iwis ismi bana: Yakinlarinin büyük bir bölümünü 38 de kaybeden Haydaranli Nenem tarafindan adanmistir.
Dersim´in yakin tarihini bilen bu ismin anlamini ve Haydaranli Nenemin neden özellikle bu ismi bana verdigini iyi bilir.
Ben tasidigim ve onunla tanindigim simdiki ismimle hicbir zaman barisik olmadim, olmamda dogama ters düserdi cünkü tarihteki davalarda hicbir güzellik kendisine dayatilan cirkinligi kabulenmemistir.
Benim üretkenligimin gücünü aldigim kaynaklardan biride bu üc isimdir.Bunlar: Asil adim, Köyüm ve Nenem.
Olmak istedigim, yasamak, üretmek istedigim ve ölmek istedigim yerdir bu köy. Yani 50 yillik ömrümün yasanmis tek parcasinin oldugu yerdir. Yani Nenemle beraber cocuklugumun gectigi yerler.
Ve Tek kelimeyle güzeldiler…
Benim simdi yakilmis, yikilmis, ve terör arenalari haline getirilmis bu köyüm ve ortalarinda kalan baba evimde özgürlük ve üretme imkanim gaspedilmisse,orda yasama sansim tamamen yokedilmisse: sürülmüsüm ve sürgündeyim demektir.
Ama sürülmek ve sürgünde olmak beni mutsuz etsede yasamak istedigim bu yegane yere hasret kalsamda bu durum sanatci kisiligmi, üretkenligimi ve insanligimi asla geriletmemistir.
Sanatin sefaleti vardir ama yurdu yoktur. Sanatsal üretkenlik bireye degil, bir topluma degil, insanliga adandigi zaman anlam kazanir ve evrensellesir.
Bu anlamda Yazar Orhan Pamuk´a verilen ödül Istanbul´a olan sevdasi icin ya da Istanbul disinda baska hicbir yerde yasamak istememesi icin degil üretkenliginde isledigi insanlik degerleri kistas alinarak verilmistir.
Yasar Kemal gibi bir yazara bile nasip olmayan bu ödül´le Orhan Pamuk yalniz onurlandirilmamis, dünyanin istedigi yerinde diledigince yasayip üretkenligini sürdürmesi icinde maddi bütün olanaklar sunulmustur.
Ama ayni Orhan Pamuk bugün kalkip “Fransa düsünce özgürlügümü ihlal etti, ayip etti“ diyorsa bu sansiz bir aciklamadir, amatörce bir aciklamadir.
Bu sansiz aciklamanin diger bir adi: Orhan Pamuk: Kendisine verilen bu ödül ve onurun anlamini daha tam anlamamis da olabilir.
Temennimiz tersidir tabi.
Tersi ise: Orhan Pamuk`un Istanbul sevdasindan daha büyük degerlerin oldugunu, kabul etmesi, Istanbul disinda da yasayabilecegini anlayip bu gercegi sindirmesidir.
Orhan Pamuk´un bilmesi, sindirmesi, ve acik bir dille aktarmasinda yarar olan bir diger gercekte „Otuz binde kürt katledilmistir“ dedigi katliamin kürtleri degil kirmanclari kapsadigidir.
Bunun adina katliamin adina Zazacada „TERTELE“ Türkcede Dersim Katliami denir ve katledilen bu insanlarin gercek sayilari 30.000 binin cok üzerindedir.
Dersim toplumunun dili, inanci, kültürü ve cografyasiyla tarihi bir özgünlügü vardir. Bu toplum kendisine komsu görünen diger toplumlara karsi herzaman mesafeli olmus, aralarinda büyük bir fark görmemistir.
Dersim gercegi bir iddia degil, yasanan, yasayan, ve yasayacak olan bir realitedir.
Bunun dogrulugu bir bilimci, onunda ötesinde bu nedenle Nobel Edebiyat Ödülü almis Orhan Pamuk gibi bir yazar tarafindan görülmüyor, savunulmuyorsa vebali büyük olur.
Baska bir deyimle Orhan Pamuk onurlandirildigi bu misyonun hakkini vermezse Türkiyenin battigi cirkin taklitcilik batagindan rand cikaran, reting pesinde kosan kisilere karistirilirsa yazik olur.
Sorun Fransada Ermeni ve Dersim soykirimini inkar eden sahislara verilen agir cezelar degil, tersine TC de ise bu görüste olan insanlara cezadanda öte uygulanan toplumsal linc´de degil, sorun Orhan Pamuk´ta degil, sorun Türkiyede devletin büründügü maskedir.
En komik olanda TC´nin yaptigi bu rutuslar, takindigi bu maskelerle Avrupa Birligini uyutup bir delikten bu camiyaya dalmak istemesidir. Bunun adi hiledir, canbazliktir, samimiyetsizliktir.
Bu oyunlarla Avrupa Birligine´ne girilmez …
Türkiye Avrupa Birligine katilmak istiyorsa toplumsal esitligi, Toplumsal barisi saglamak zorundadir.Kusandigi zirhi kirip hasta olan bedenini cagdas, uygar yöntemlerle tedavi etmek zorundadir.
Bilmelidirki Orhan Pamuk´u linc ettirmek, inkar gelenegini sürdürmek, Fransayi yargilamak, ambargo uygulamak kacis olamaz, temize cikaramaz bir tarihi.
Bunun en yalin örneklerinden biride Orhan Pamuk ´un bile bilmeden yada carpitarak adini koymadigi Dersim Katliamidir.1937-1938 de islenen bu katliam hala bir tabudur. Konusulmasi, tartisilmasi, yargilanmasi yasaktir hala.Bu gercegin üstünün örtbas edilmesi icin sonralarinda uygulanan Dersimi insansizlastirma politikalari sonucu Dersim nufusunun ücte ikisi sürgündedir simdi.
Oysa Dersimlilerin ortaklasa talepleri: bu gün diasporada hayatin her alaninda edindikleri bilgi ve birikimlerle tekrar yerlerine, yurtlarina köylerine dönmek, terörsüz, baskisiz, yasamak, yakilan yikilan baba evlerini onarmak, Dersime yeniden can vermek yasama kavusturmaktir.
Bu cesaret gösterildiginde sular durulacak, taslar ve Orhan Pamuklar yerlerine oturacak, Türkiye Avrupa Birligi camiasina katilacaktir.
Not:Kursagimda katl edilen ana dilim yerine zorla ögretilen bir dille aktardigim bu makalede anlatim bozukluklari varsa af ola
Saygilarimla Ibrahim Coskun

Cevaplar:
Ce: ORAN PAMUK TC PUTIK VE "TERTELE" ÜZERINE Momhemed 17.10.2006 02:10 (1)
Ce: ORAN PAMUK TC PUTIK VE "TERTELE" ÜZERINE Momhemed 17.10.2006 01:16 (0)
Ce: ORAN PAMUK Dersim Zaza soykirimini tanimiyor veya bilmiyormu? Mile Pazapuni 17.10.2006 19:06 (0)
Dersim Forum

 

M. Hayaloğlu

Ermeni Soykırımının İnkarını Suç Sayan Yasa ve Fransa

Dersim Forum

Auteur - yazari: M. Hayaloğlu Tarih, gün ve saat : 17. Ekim 2006 00:32:26:

Ermeni Soykırımının İnkarını Suç Sayan Yasa ve Fransa

Fransa Ulusal Meclisi, Ermeni soykırımının inkarını suç sayan yasayı kabul etti. Şayet bu karar senato ve cumhurbaşkanı tarafından da onaylanırsa yürürlüğe girecek. Bu sürecin yavaş yürüyeceği ve belki de uygulanamayacağı tahminleri de yapılmaktadır.

Yasa neyi öngörüyor?

Yasa, Ermeni soykırımını inkar etmeyi suç sayıyor. Yani çok basit olarak ifade etmek gerekirse, “Ermeni soykırımı yoktur” veya “olmamıştır” demek suç sayılıyor. Yaptımları da oldukça ağır ve caydırıcı. Hem hapis cezası ve hem de -(45 bin Ewro gibi)- yüklü bir para cezası öngörülüyor. Bu demektir ki, birileri “Ermeni soykırımı yoktur” diye şov yapamayacaktır. Hatırlanacak olursa neo-nasyonalistlerden D. Perinçek, İsviçre’de böyle bir şov yapmıştı. Savcılık, Perincek’i sorguladıktan sonra serbest bırakmıştı. İsviçre’de de “soykırımı inkar etmek” suç sayılıyor ama görüldüğü gibi yaptırım gücü oldukça zayıf.

Peki, Fransa’da bu yasanın yaptırım gücü olacak mı?

Bunu zaman gösterecek. Ama öyle görünüyor ki, süreçte sorunlar yaşanacak. Yürürlüğe girip girmeyeceği bile tartışma konusu. Bunun bir çok nedeni var.

Her şeyden önce, böyle bir yasa, meclis veya hükümet gibi politik güçler tarafındandan değil, daha özel kurumlar tarafından gündeme getirilmelidir. Mesela BM veya AB bünyesinde bu tip komisyonlar oluşturulabilir. Başta tarihçi ve hukukçular olmak üzere bilim insanlarından oluşan soykırımları araştırma ve tespit komisyonları gerekli çalışmaları yapabilir. Bu hazırlanan raporlar, BM, AB gibi teşkilatların ilgili birimlerine sunularak onaylanabilir. Sonra, örneğin AB üyesi ülkelerin ulusal parlamentolarına veya doğrudan Avrupa Parlementosuna sunulabilir. Böylece hem doğruluk derecesi hem de yaptırım gücü yüksek yasalar çıkarılabilecek, kararlar alınabilecektir.


Fransa bu konuda ne kadar doğru yaptı?

Fransa’nın ne kadar doğru yaptığı tartışmalıdır. Örneğin “Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, “Fransız Ulusal Meclisinin girişiminden dolayı çok üzgün olduğunu, teklifin yasalaşmasının engellenmesi konusunda elinden geleni yapacağını” belirtiyor.


“577 milletvekilinin bulunduğu Fransa Meclisi'nde bu karar 19'a karşı 106 milletvekilinin oyu ile alındı, 4 vekil çekimser kaldı. 448 milletvekilinin oy kullanmadığı bir tasarı Senato'ya gitmesi için yeterince siyasi desteğe sahip olup olmadığı tartışılır. ” (Hürriyet, 14 Ekim 2006 ). Beşte bir oranına bile tekabül edemeyen bir sayı ile alınan karar, Fransız Ulusal Meclisinin iradesini yansıtıyor mu? Burada bir çarpıklık olduğu açık.


“Fransa Başbakanı Dominique De Villepin, ''Deneyimlerimizi gözönüne alarak, tarihsel konularda yasa çıkarmanın iyi birşey olmadığını biliyoruz'' dedi. Ayrıca “Fransız hükümeti, daha önce yaptığı açıklamada, Ermeni soykırımıyla ilgili yasanın gerekliliğine inanmadığını belirterek, Türkiye-Fransa ilişkilerinin önemini vurgulamıştı.” (Sabah, 12 Ekim 2006). Fransa basını da kaygıları dile getirdi.

Görüldüğü gibi Fransız kamuoyu yasanın gerekliliği konusunda emin değil. AB yetkilileri de bu yasanın bu şekilde ele alınmasını doğru bulmadıklarını belirttiler.

Ermeni soykırımı yasa tasarıları başta Fransa olmak üzere, İsviçre, Almanya gibi ülkeler tarafından daha önce kabul edilmişti. Fransa sorunu bu şekilde ortaya koymak yerine, AB nezdinde gerekli girişimleri yaparak hatta bizzat organize ederek ilerideki bir dönemde AP’na veya yetkili organlarına getirebilirdi. Burada önemli olan tek tek ülkelerin tavrından öte AB’nin bir bütün olarak tavrı önemlidir. BM bünyesinde bu sorunu ele almak ve bir karar çıkartmak zor ama AB bünyesinde ortak tavır geliştirmek pekala mümkün. Ayrıca Türkiye aday ülke durumunda. Burada öteki AB ülkelerinin ortak tavrının oluşması oldukça önem arzetmektedir. Türkiye eninde sonunda Ermeniler’e soy kırım uygulandığını kabul etmek zorundadır. Sadece Ermeniler’e de değil, Süryani/Nasturi, Pontus/Rum ve Dersim Alevi/Zaza halklarına da soykırım uyguladığını kabul etmek zorunda. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Türkiye’nin, Ermeni soykırımını tanımaksızın AB’ye giremeyeceğini belirtti. AB yetkilileri her ne kadar böyle bir şart olmadığını söylese de, bu bir şart haline gelecektir. Gelmek zorundadır da. Çünkü bu, insan haklarının, demokratik değerlerin bir gereğidir. Bazı ülkeler, bu konuda faydacı davransa da bu konunun genel kabul göreceği varsayılabilir.

Ermeni soy kırımı, yaşanmış bir gerçektir. Bu konuda suçlu ve hatalı olanlar, hatalarını ve suçlarını bir an önce kabul etmelidirler. Sadece Türkiye yönetimi de değil, başta İngiltere ve Rusya olmak üzere öteki bütün taraflar da günahlarını ortaya koymak zorundadırlar. Ermeni soykırımı tanınmalı ve toprak dahil bütün sonuçları kabullenilmelidir.

Ataları, Ermeni soykırımına ikinci veya üçüncü derecede katılanlar, kendi hatalarını ve suçlarını açıkça ortaya koymalı ve özür dilemekten çekinmemelidirler. Türk ırkçılığının olumsuz tavrı reddedilmeli, demokratik ve insani değerlerin her kes için geçerli olduğu kararlıca savunulmalıdır.


M. Hayaloğlu









Cevaplar:

Dersim Forum

 

Dersim, tarihte otonom bir cografyayi çagristirir

Huseyin sahin.

Fakat, kimilerine askeri kusatma sonucu Cumhriyet tarihinden sonra çizilen bugünkü Tunceli il sinirini çagristirmaktadir. Ve kimilerine de Kürdistan`in küçük bir sehrini.
Hemen belirtmek gerekirki Dersim, Kizilbas inancini tasiyan ve zazaca konusan etnik bir toplulugun cografyasidir. Dersim insani kendine Kirmanc der; cografyasini Kirmanciye (Dersim) olarak adlandirir. Ne Türktür, ne Kürt. inanci ve felsefesi ise "Itiqatê Kirmanciye" (Kirmaciye inanci) olarak isimlendirir. Kizilbasligi (Aleviligi) Türk ve Kürt`ten ziyade kendine hastir. Bu cografyanin hududu Batida Sivas, doguda Erzurum-Mus hattina kadar ve güneyden de Firat ve Murat nehirleriyle çevrili olan bir bölgedir.
Dersim, yabanci istilalara karsi basari ile direnmis ve Osmanli istilalarina ugrayan Alevi ve diger halk ve asiret mensuplarini bagrina basmistir. Dersim, 1895-96 ve 1915 Ermeni soykrimindan kaçan onbinlerce Ermeniyi bagrina basar. Kisaca, Dersim hem bagimsiz statüsünü ve hemde bu statüsünü kullanarak merkezi devlet otoritesine karsi olan muhalif güçleri korur.
Alp Arslan yönetimindaki Selçuklarin 1071 Malazgirt savasanda Bizans imparatorluguna galip gelmesi ile islama bagli göçebe Türkmen asiretleri Anadoluya yayilir. 1300 yillarinda Osmanli hanedanligi kurulur. 1402 de Tümur Leng`e yenilmesine ragmen, varligini sürdürür. Osmanli Imparatorlugu, Bizans Imparatorlugunun yardimina kosan Haçli ordusunu geri püskürtür, 1453 te Fatih Sultan Mehmet komutasinda istanbulu isgal eder ve Osmanli Imparatorlugunun bas sehri olarak ilan eder.
Istanbul`un fethi ile Osmanli Imparatorlugunun yayilmaciligi hizlanir: Batida Trakya`yi, Makedonya`yi, Sirbistan`i, Macaristan, Bulgaristan`i ve Bosna`yi, Yunanistan`i, Arnavutluk`u ve doguda Suriye`yi, Ermenistan`i, Misir`i isgal eder. Osmanli ordusunun Viyana kapisina dayanmasiyla, Osmanli Imparatorlugunun yayilmaciligi 16. yüzyilda had safhayi bulur. Kuzey Afrikanin Arab devletleri ve Kibris Osmanli Imparatorluguna dahil edilir. Osmanli devleti bu dönemlerde Dersim`i kendi topraklarina dahil olark görmesine ragmen, Dersim`e hakimiyet kuramamis, otonom yapisini kirmayi basaramamistir. Osmanli devleti, Dersim otonom statüsünden dolayi defalarca sefer düzenlemis, fakat bir sonuç alamamistir. Kisaca Osmanli sefer eylemis, zafer eyliyememis. Fatih`le baslayan sefer, Cumhuriyete kadar devam eder.
Osmanli devleti Dersim`i kendi haritalarina dahil etmesine ragmen, Dersim fiiliyatta kendi kapisini dis isgalci güçlere kapali tutmasini bilmistir. Dersim`i isgal için Osmanli imparatorlugundan Cumhuriyet dönemine kadar Osmanli ve Türk sivil-askeri müfetisleri rapor üzerine rapor sunmuslar. Bu raporlardan da anlasildigi gibi, gerek Osmanlilar ve gerekse Cumhuriyet idaresi, Dersim`in otonom yapisini kirmak icin büyük askeri siddet ve siyasi hilelere basvurmaktan geri kalmamislar: "Osman ogullarinin kurdugu genç devlet, Dersim´e komsu oldugu zaman, buralari müthis bir kizilbasligin tesiri altindaydi. Dersim, on besinci milat asrinda (15. yüzyilda) Osmanli Padisahi Fatih Mehmet´e taktim edildi. Fakat Dersim, Osmanli Devletinden bi-haber, Osmanli devleti de Dersim´e lakayt idi. Yavuz Selim, Acem Sahiyle Çaldiran´da çarpismaya giderken, bu kizil bas daglarini titretmeden geçmedi. O günden beri Dersim bizim haritamiza dahildir. Fakat kapisini misilsiz bir inatla içinden kilitlemistir." (N. Hakki, age, S. 25)
Dersim`in dis güçlerden bagimsiz yasadigini ve kendine has öz idare biçimiyle yönetildigini keza ayni Nasit Ulug raporunda belirtmektedir: "Osmanli idaresi altinda Dersim, dört buçuk asir devletle alaksi kesik sayilabilecek bir asiret derebeyligi hayati sürdü. ... Nizami Cedit devrinde de Dersim`le mesgul olmak istenilmis, bu agalari kaldirip, kazanip Dersim`de devlet nüfuzunu kurmak çareleri aranmis ve fakat bu tesebbüs bir semere vermemisti." (Nasit Ulug, "Tunceli Medeniyete açiliyor", Istanbul 1939, S. 121-22)
20. yüzyilin ilk yarisinda Dersim`in istilasi için incelemelerde bulunan Nasit Hakki raporunda söyle der: "Cografya kitaplarinin "Kapali Memleket" dedikleri "Tibet" i bile birçok kesif ve sefer heyetleri bastan basa katetmislerdir. Fakat Dersim, devlet memurlariyle asker kitalarindan baskasinin kusbakisi bir tetkikine bile mevzu olmamstir". "1925 senesi haziranin sicak bir günündeyiz. Fatih Mehmet, Istanbul´u alali asagi yukari 470 sene var. Dersim de Istanbul`la hemen ayni senelerde bu devlete baglandi. Fakat bu bes asiri ondan evel nasil yasiyorsa öyle geçirdi. Ona, hayatinda yalniz "sevkitabii" hakim oldu". (N. Hakki, Derebeyi ve Dersim, Ankara 1932, S. 19)
Dersim her nekadar Osmanli devletine baglanmis ise de, o yasamak istedigi tarzda yasamistir. Yani onun hayatina Osmanli-Türk kanunu, nizami ve Türk`ün rapt -i zapti degil, "sevkitabii" (N. Hakki`ya göre hayvansal) , yani kendi içgüdüsü, kendi yasam biçimi -doga felsefesine uygun kismen anarsik- hakim olmustur.>Degerli canlar, lutfen yazilarinizin ana konularinin icerigini Dersim ile sinirlayiniz. Cevre halklarin sorunlari bizi ilgililendirir dogal olarak ama biz dersimliyiz, DAMARIMIZDA AKAN KAN DERSIM KANIDIR. BIZ HER HALK GIBI KENDI ANA KULTURUMUZDE KENDIMIZI BULMAK VE YASAMAK ZORUNDAYIZ. lutfen bizi manipule etmeyiniz. Genc arkadaslarimiz tarihlerini tam bilmiyor diye onlari kendi amaclariniz cercevesinde baska cikarlar icin kiskirtmayin.>Dersim kitlesi kendisi icin ayaga kalkacaktir.>

Cevaplar:
Dersim Forum

Archives

September 2006   October 2006   November 2006   December 2006   January 2007   February 2007   March 2007   April 2007   May 2007  

This page is powered by Blogger. Isn't yours?