GÜZEL, RUHU TEMİZ, GECMİŞİNE VE TARİHİNE BAĞLI BIR DERSİM İCIN.
HERKESE BASARILAR
STOCKHOLM SENDROMU, BİREYLER VE GRUPLAR
Mehmet Yıldız Stockholm’de 1973 yılında bir banka soygunu sırasında rehin alınan insanların bir süre sonra kendilerini rehin alan soygunculara yakınlık duymaları ve hatta onların tarafına geçmeleri hadisesi Stockholm sendromu olarak tanımlandı. 1998 yılında Avusturya’da daha 10 yaşında bir çocuk iken Wolfgang Priklopil adında bir komünikasyon mühendisi tarafından kaçırılarak evin bodrumuna hapsedilen Natascha Kampusch’un kendisini 8 yıl boyunca rehin alan şahsın intihar ettiğini duyunca ağlaması söz konusu sendromu medyada tekrar en çok tartışılan konulardan biri haline getirdi.
Natascha Kampusch kendisinin bir mağdur ve Wolfgang Priklopil’in bir suçlu olarak görülmesini istemiyor. Diğer şeylerin yanı sıra bu kızcağız rehin alınmış olmasının onu sigaradan, içkiden ve kötü arkadaşlardan koruduğunu da dile getirdi (29 ağustos, The Guardian). Özetle, Natascha Kampusch esaret altında geçen 8 yılını “bu benim özel hayatım ve kimseyi ilgilendirmez” diyor. Natascha anne ve babasıyla yalnızca telefonla konuşabileceğini ve onların yanına dönmek istemedigini de söyledi.
Bir bodrumda rehine olarak geçirdiği 8 yılın Natascha’nın hayatının bir parçası olduğu kuşkusuzdur. 10 yaşındaki bir çocuğun bu koşullar altında hayatta kalmayı becermesi ve aklı melakelerini yitirmemesi çok büyük bir başarıdır.
Dava ile ilgilenen psikiyatrlardan biri olan Dr. Haller’e göre bu ilişki, içinde çeşitli unsurları barındıran çok yönlü bir ilişkidir. Bu ilişkilerde Priklopil yalnızca acımasız bir rehine alıcısı değil, aynı zamanda bir baba, bir arkadaş ve muhtemelen bir aşıktır (30 ağustos 2006, The Guardian).
Normal yaşam koşullarına sahip olmak temel bir insan hakkıdır. Bu hakkın ihlal edildiği yerlerde zalimlerin egemenliği ve zulüm var demektir. Ancak mağdurlar bakımından bu sorun bir prensip meselesi olmaktan çıkar ve hayatta kalma mücadelesi olur. Mağdurlar ayakta kalma stratejisi oluştururlar. Bu çerçevede kendilerini rehin alan zorbalarla olan ilişkilerini elden geldikçe normalleştirmeye ve esareti çekilir kılmaya çalışırlar. Hatta bir süre sonra bu ilişkiyi ve yaşam biçimini “normal” görmeye başlarlar. Temel hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesine dayanan yaşam koşullarının internalize edilmesi bu insanları yorgun ve bıkkın kılar. Özgürlük ve normallik kavramları önemli ölçüde anlam değişikliğine uğrarlar. Yaşamlarına eski veya klasik özgürlük ve normallik perspektifinden bakanları arogant veya problem çıkaran insanlar olarak görürler.
Burada temel sorun kimin haklı olup olmadığıyla ilgili bir karar vermek değil, doğru yöntemin ne olduğu sorunudur. Kurbanları suçlamak veya hakir görmek uygun olmadığı gibi, normallik ve özgürlük kavramını onlar gibi yorumlamak zorunda da değiliz. İnsan hakları kavramı insanoğlunun evrensel değerleri içinde çok önemli bir yer tutar. “Ayakta kalma stratejileri” insanlar için her zaman bir numaralı önceliktir. Natascha Kampusch’un konuşmalarını anlayabiliriz. Ama insan hakları ve normallik kavramlarından vaz geçmemeliyiz.Rehin alınan bireylerin durumu her zaman medyanın dikkatini çeker ve kurbanlara çok geniş bir biçimde ilgi ve sempati gösterilir. Çünkü olayların oluş biçimi çok dramatiktir ve kişiler bakımından çok direkt ve ağırdır. Oysa etnik grupların rehin alınmaları bu denli dramatik olaylar olarak görülmezler. Olaylar zamana yayıldıkları için hemen hemen herkes bu duruma alışır. Konu yalnızca Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri raporlarında dile getirilir.
Türkler Dersim’de 1937-38 katliamını yapmasalardı ve sonrasında Dersim’de Türk idaresi kurulmasaydı bugün kendi dilimizi konuşuyor olurduk. Türklerin dili başta olmak üzere bütün kültürel değerleri bizi komşu bir halkın değerleri olarak ilgilendirirdi. Halbuki biz zamanla bizi rehin alanların değerlerini benimsemeye başladık. Türk’ün Dersim’deki varlığını ve Dersim etnik kimliğine yönelik düşmanca faaliyetlerini normal görmeye başladık. Kısacası bizi rehin alanlarla ister istemez “akraba” olduk.
Örneğin bu yazıyı özgür koşullar altında yazıyorum. Kimse beni Türkçe yazmaya zorlamıyor. Ancak ben sorunlarımızı Dersimlilerle tartışmak istediğim için bizim Priklopil’lerin dili olan Türkçe’de yazmak zorundayım.
Dersimliler ilkin Türkler tarafından rehin alındılar. Bu durum Dersimlilerin ilk Stockholm sendromu yaşamalarına yol açtı. Türkleşme Dersim gençliğinin solculuğu aracılıyla daha ileri bir boyuta ulaştı. Bu Dersim’in yaşadığı ikinci Stockholm sendromudur. Sonra Dersimlilerin bir kısmı Kürt olduğuna inanmaya başladı. Bu üçüncü Stockholm sendromudur.
Dersim etnik-kültürel kimliğini savunuyoruz diye, yorgun Dersimliler bize tepki gösteriyorlar. “Siz de nerden çıktınız şimdi?” diye soruyorlar. Rehin alınanlar çoğunlukla yorgun ve öz güvenden yoksun olurlar. Hırpalanmış olmaları onları umutsuz, hırçın ve güvensiz kılıyor. Oysa bizim yapmaya çalıştığımız sadece Priklopil’leri reddetmekten ibarettir.
Cevaplar:Ce: STOCKHOLM SENDROMU, BİREYLER VE GRUPLAR Hidir Hozatli 03.9.2006 20:35 (3)
Ce: STOCKHOLM SENDROMU, BİREYLER VE GRUPLAR Dewran 03.9.2006 21:43 (1)
Ce: STOCKHOLM SENDROMU, BİREYLER VE GRUPLAR A.lisan Karsan 04.9.2006 17:44 (0)
Ce: STOCKHOLM SENDROMU Kamer 03.9.2006 13:33 (1)
Dersim Forum