DERSIM MAMIKIYE

GÜZEL, RUHU TEMİZ, GECMİŞİNE VE TARİHİNE BAĞLI BIR DERSİM İCIN. HERKESE BASARILAR

Thursday, September 07, 2006

 

ORDU-SIYASET (2)

ORDU-SİYASET İLİŞKİLERİ VE DERSİM SORUNU (2)
Dersim Forum

Mehmet Yıldız

Yazının birinci bölümünde Türk militarizminin anti-azınlık bir varlık nedenine sahip olduğunu, Türk devletinin en önemli kararlarında burjuva sınıfın çıkarlarından ziyade, generallerin psikolojisinin tayin edici bir rol oynadığını ileri sürdüm. Keza militarizmin tarihsel şekillenmesinin nasıl oluştuğunu çok özet bir biçimde anlatmaya çalıştım. Ve son olarak, Büyükanıt döneminin Dersim için çok tehlikeli bir dönem olabileceğini belirttim.
Bu tehlikenin nereden kaynaklandığını açıklamaya çalışmadan önce bazı kavramların anlamı üzerinde durmayı bir zorunluluk olarak görüyorum. Bunlar politik kültür ve konuşma sanatı olacaktır. Dolayısıyla büyüyen tehlikenin nedenlerini yazının bir sonraki bölümünde ele alacağım.
Türk kültüründe politika “propaganda, hile, samimiyetsiz/ abartılı konuşmalar ve bir yolunu bulup rakibine galabe çalmak” anlamına gelir. Politikanın tamamen dürüst bir biçimde yapılabileceğine en hararetli demokrasi yanlısı politikacılar bile inanmazlar. (Bu aynı zamanda rejim karşıtlarının büyük çoğunluğunun da kültürüdür.) Politik konuşmalar rasyonel bir tartışma yapmak için değil, tamamen dışa yönelik olarak yapılmaktadır. Başka bir deyişle, politik konuşmalar, konuşmacıların gerçek niyet ve düşüncelerini açığa vurmaktan ziyade, “dışa karşı söylenmesi gereken sözler”den ibaret kalırlar. Politik tartışmalarda dürüst olmak ve mantıklı konuşmalar yapmak bir zorunluluk değildir. Bu gelenek anti-demokratik, ırkçı ve militarist devletin varlığını sarsıntısız bir biçimde sürdürmesinde çok önemli bir rol oynuyor. Türk konuşma sanatının, intern bir demokrasi talebinin bir türlü oluşmadığı ve dışardan yapılan müdahaleler neticesinde bir türlü demokratikleşmeyen bu toplumun her türlü ilerici dönüşümü olanaksız kılan yapısının temel taşlarından biri olduğuna inanıyorum.
Politik analizlerde bu konunun ciddi bir biçimde incelendiğini hiç görmedim. Türk konuşma sanatının irrasyonalliğini ve insan zekasını küçümseme özelliğini AB üyelik görüşmeleri çerçevesinde çesitli hükümetler tarafından hazırlanan Ulusal Programları (UP) inceleyerek göstermeye çalışacağım.
3. Ordunun, partilerin ve seçmenin politik kültürü ve politik aktörlerin konuşma sanatı
Gerçekten de Türk politik kültürünün en çarpıcı özelliklerinden biri devlet yöneticilerinin ve politikacıların konuşmalarında insan zekasını küçümsemeleridir. Yurttaşı adam yerine koymamak ve canının her istediğini söylemek ulusal bir gelenek haline gelmiştir. Her türlü ahlaki, hukuki ve rasyonel denetimden kurtulmuş bu aktörler çoğu kez çok tutarsız (mantıksız) konuşmalar yapıyorlar. Rasyonel, hukuki ve ahlaki argümanın bu toplumda pratik bir değeri yokmuş gibi bir intiba ediniyorsunuz. Muhalifler bu toplum içinde bu temelde bir yere varamazlar. Onun için güç sahipleri bu konuşmalarında çok serbesttirler ve hiç kimseye hesap vermek zorunda değildirler. Politik aktörlerin (generaller dahil) konuşmalarının anti-demokratik, ırkçı ve kriminal düşüncelere dayanıyor olması sorun yaratmıyor. Kamuoyunun bu tip konuşmaları ve eylemleri sorgulamak gibi bir gelişmişliği yoktur. Örneğin, Büyükanıt Şemdinli sanıklarını “iyi çocuklar” olarak ilan etti. Tayyip Erdoğan “anamızı ağlattınız” diyen bir vatandaşa “ananı al buradan git lan” dedi. Ve bildiğiniz gibi Türkiye’de kıyamet kopmadı.
Türk politikacıları ilk kez AB görevlileriyle konuşmalarında rasyonel aktörler gibi hareket etmeye zorlandılar. Bu, Türk politik tarihinde bir ilktir. Bu belgeler çok ilginç bilgilerle doludur. AB Komisyonu’nun hazırladığı Türkiye raporları ve Türk ulusal programları incelendiğinde, Türk temsilcilerinin AB temsilcileri karşısında irrasyonel, ırkçı ve gerici politik kültürlerinden dolayı çok zor bir duruma düştükleri görülebilir. DYP, DSP, MHP ve AKP arasında bu konuda bir farkın olmadığı da çok net bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu belgelerden dolayı Türklerin idrak kapasitesinde genetik olarak çok ciddi bir problem olduğu şeklinde bir intiba edinebilirsiniz. Ancak bu doğru değildir. Burada asıl sorun olan biyolojik bir kifayetsizlik (deficiency) olmaktan ziyade, irrasyonel, ırkçı ve ahlaksız politik kültürdür.
AB baştan itibaren son derece net olan bir demokrasi ve insan hakları kavramına sahip iken Türk tarafının konuşmaları çoğu kez tutarsız veya mantıksızdır. Türkler zaman zaman argüman ileri sürmek yerine şiirsel bir dil kullanıyorlar. Türklerin demokrasi ve insan hakları kavramları tam bir lafı güzaftan ibarettir.
Copenhagen politik kriterlerinin üç boyutu vardır: a) insan hakları ve azınlıkların korunması, b) demokrasi ve hukuk devleti, c) Kıbrıs sorunu.
“İnsan hakları ve azınlıkların korunması” kavramının üç temel boyutu ve her boyuta ait belirgin göstege(ler) vardır:
1. SİVİL VE POLİTİK HAKLARo İdam cezasının kaldırılmasıo Cezaevi sisteminin reforme edilmesio İfade özgürlüğüo Basın özgürlüğüo Dernekleşme ve (barışçı) gösteri yapma özgürlüğüo Din özgürlüğüo İlticacıların barınma koşulların çerçevesinde tavsiye edilen düzeltme önerileri ve insan kaçakçılığının engellenmesi
2. EKONOMİK, SOSYAL VE KÜLTÜREL HAKLARo Kadın erkek eşitliğio Çocuk hakları ve korunmasıo Sendika özgürlüğüo Kültürel haklar
3. AZINLIK HAKLARIo Ayrı bir kültürel kimliğe ve geleneklere sahip olan etnik azınlıkların linguistik ve kültürel kimliklerini ifade edebilmeleri için tavsiye edilen iyileştirmelerin yapılması
“Demokrasi ve hukuk devleti”nin ise beş boyutu vardır ve bu boyutlar şunlardır:
o YASAMAo YÜRÜTMEo YARGIo YOLSUZLUKLARA KARŞI TEDBİRLERo MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ
Özetle AB Komisyonu Türkiye’deki politik gelişmeleri bu model aracılığıyla değerlendiriyor. Türk tarafının AB ile temel iletişim aracı UP’lerdir. Ancak UP’lerde hiçbir model olmadığı gibi, hiçbir kavram tarifi de yoktur. AB’nin son derece net olan ölçüm modeline karşı Türkler bir araba boş laf ederek her seferinde sorunu geçiştirmeye veya baştan savma ve sistematize edilmemiş cevaplar vermekle yetiniyorlar. Çoğu kez somut gelişmelere değinmek yerine AB’ye Türk usulü propaganda yapıyorlar.
2001 mart ayında kabul edilen 6. UP 522 sayfalık bir dökümandan oluşmaktadır (İngilizce). 522 sayfalık dökümanın yalnızca 7 sayfası politik gelişmelere ayrılmıştır. Keza 2003 temmuzunda kabul edilen 7. UP 884 sayfadır ve politik gelişmelere yalnızca 4 sayfa ayrılmıştır. “Umarız artık bu son UP olur” demek suretiyle Türk hükümeti bıkkınlığını dile getirmekten de geri durmuyor.
Sorun yalnızca politik gelişmelere çok az yer vermek meselesi de değildir. Türk hükümetlerinin bu çerçevede söyledikleri son derece mantıksız ve anlaşılmazdır.
Türk hükümetleri demokrasi ve insan haklarını farklı iki kavram olarak incelemek yerine “Copenhagen politik kriterleri” adı altında bu kavramları birleştiriyorlar. Bu kavramın 6. programda 16 boyutu varken, 7. programda söz konusu boyut sayısı 9’a iniyor. Zaten boyutlar arasında belirgin bir sınır da yoktur. Sonuçta her şeyi tek bir başlık altında ifade etmek de mümkündü. Çünkü Türk hükümetleri bu konuşmaları zorunluluktan dolayı yapıyorlar ve muhataplarının “Türk vatandaşı” olmadıklarını bildikleri için tartışılan sosyal gerçekleri tamamen görmezlikten gelen irrasyonel cevaplar vermek yerine mümkün mertebe az konuşuyorlar. Oysa bu içerde yapılan bir tartışma olsaydı konuşmacılar çarşaf çarşaf demeçler verirlerdi.
6. Ulusal programda formüle edilen 16 maddelik Copenhagen kriterlerinden biri şudur:
“Full enjoyment by all individuals without any discrimination and irrespective of their language, race, colour, sex, political opinion, philosophical belief or religion of all human rights and fundamental freedom; freedom of thought, conscience and religion”
Bunun Türkçesi şudur:
“Tüm bireylerin, herhangi bir ayırım yapılmaksızın ve dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş, felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın, tüm insan hakları ve temel özgürlüklerinden tam olarak yararlandırılması; düşünce, vicdan ve din özgürlükleri”
Pratik bir amacınız olmazsa ve gerçek problemleri çözmek yerine “aslında yapılması gereken pek bir şey yoktur” gibi bir zihniyete sahip olursanız böyle konuşursunuz. Konuşmalarınız, önemli konular üzerinde kısa, ama gereksiz ayrıntılar üzerinde uzun ve tekrarlarla dolu olur. Dahası, diliniz yukarıdaki gibi son derece bozuk olur.
Türk hükümeti bu açıklamasıyla AB’nin “insan hakları” kavramının üç temel boyutundan biri olarak gördüğü “azınlık hakları” kriterine yaklaşımını dile getirmek istiyor. Bunu yaparken söz konusu belgelerde bir kez olsun “azınlıklar” veya “azınlık hakları” gibi kavramlar geçmiyor. Bu denli “kaba” olan Türkler insanlara “düşünce özgürlüğü”nü tanıdıklarını ilan etmekle yetinmeyerek, ayrıca “görüş özgürlüğü” ve “felsefi inanç özgürlüğü” verdiklerini ilan edecek kadar hassaslaşıyorlar.
Somut sorunların tartışıldığı yerde Türk hükümeti şunları söylüyor:
“Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin özünde, barışçı bir dış politika ile laiklik, hukukun üstünlüğü, çoğulcu ve katılımcı demokrasi, insan hak ve özgürlükleri bulunur.”
“Atatürk'ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, benimsemiş olduğu değerler sistemi temelinde çok kısa bir zaman dilimi içinde toplumsal yaşamın her alanında gerçekleştirdiği devrimlerle, Türk Milletini ilk kez ortak coğrafyayı ve tarihi paylaştığı Avrupa ailesiyle aynı değerler sisteminde buluşturmuştur.”
“Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte hukuk ve sosyal düzenini Batı normlarına göre kuran Türkiye, 1946 yılında çok partili siyasi hayata geçmiş, başta basın özgürlüğü ve sendikal haklarda olmak üzere, açık ve katılımcı bir toplum düzeni yolunda çok önemli mesafeler kaydetmiştir. Birey ve bireysel özgürlükler, Türkiye’nin temel referansları olmuştur. Türkiye'nin demokratik gelişimi ve hukuk düzeni, dinamik bir evrim sürecine girmiştir.”
Özetle Türk hükümeti demokrasi ve insan hakları alanında ne tür gelişmelerin kaydedildiğini belirtmek yerine, AB’ye propaganda yapıyor. Propaganda yapmak argüman öne sürmekten veya objektif rapor vermekten çok farklıdır.
Ayrıca bu propaganda çok mantıksız ve çelişkilerle dolu bir propagandadır. Ilk cümlede modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren “çoğulcu ve katılımcı” olduğu söyleniyor, hemen arkasından 1946 yılında çok partili siyasi hayata geçildiği belirtiliyor. Atatürk’ün öncülüğünde Avrupa “değerler sistemi”ni o kadar canı gönülden paylaştığınız halde, neden o kadar farklısınız?
Öte yandan, bu belgeler Türk konuşma sanatında ciddi bir değişiklik yapıldığını da gösterir. Bu gibi bir konuşma içe yönelik yapılsaydı, Atatürk ve Türk milleti kelimelerinin geçtiği yerde “yüce” kelimesini de görürdük.
Sonuç olarak, anti-demokratik politik kültür aktörlerin konuşmalarını irrasyonel kılar. Bu aktörler bağımsız, kendisinden korkmayan rasyonel aktörlerle karşı karşıya gelince konuşma zorluğu çekerler. Konuşmalarını kısmen düzeltseler de sorunu bütünüyle çözemezler.
Egemen Türk politik kültürü rejim karşıtlarını da çok etkiledi. Türkiye’de sağ ile sol arasında demokrasi, insan hakları ve rasyonel politika konularında esaslı bir fark yoktur. Aynı keyfiliği ve saldırganlığı her iki cephede de görüyoruz. Demokratizm, hümanizm ve rasyonalizme milliyetçilik adına saldırıldığı gibi, “devrimcilik” ve “solculuk” adına da saldırılıyor. Sonuç olarak, Türk generalleri en etkili ideologlardır. Kendi yöntemlerini tüm topluma son derece başarılı bir biçimde dikte ediyorlar. Onların tarzı bir türlü aşılamıyor. Generallerin politik egemenliği kültürel egemenlikle tamamlandığında tüm politik aktörler figuran olurlar.
Büyükanıt dönemi AKP ile ordunun demokratik umutların bitirilmesi konusunda anlaştıklarını, artık göstermelik olsa bile, AKP’nin reformcu bir parti gibi gözükmeyeceğini gösterir. Karanlığın güçleri son günlerde birden çok aktif hale geldiler. Bu durumun Dersim için ne gibi sonuçlar doğurabileceğini bir sonraki bölümde ele alacağım.

Dersim Forum

Comments: Post a Comment



<< Home

Archives

September 2006   October 2006   November 2006   December 2006   January 2007   February 2007   March 2007   April 2007   May 2007  

This page is powered by Blogger. Isn't yours?